Tarih(çilik) yutturmak!

Öne Çıkanlar Toplum
Tarih(çilik) yutturmak!

Yazım, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Lozan anlaşmasıyla ilgili yıllarca verdiği övücü demeçleri ve bunların ardından (sonunda) ilan etme gereği duyduğu suçlayıcı sözleri ile ilgili değil. Ne de Erdoğan'ın, Davutoğlu'nun ve taraftarlarının Osmanlı İmparatorluğu referansıyla ilgili yıllardır yineledikleri yüceltici ve özlem dolu beyanları. "Tarih dersi veriyorum" diyemem, haddimi aşmış olurum.

Ama politikacıların tarihe/tarihçiliğe ilişkin değerlendirmelerini birçok kez yazdığımı, mesleğimin yağmalanmasını şaşkınlıkla, üzüntüyle, tepkiyle karşıladığımı söylemeliyim; yıllardır söylediğim ve yazdığım gibi. Burada benim dile getirmek istediğim, bu noktaya nasıl geldiğimiz üstünedir; politik söylemlerin, ders kitaplarının ve medyanın kuşattığı yazılı, sözlü ve görsel araçların nasıl bir ortam hazırladığını anımsatmaktır.

Bir süre önce #tarih dergi  "Yeni Osmanlı kafası: Ecdad sahtekârlığı ve tarihi-kültürel mirasyedilik" konusunu kapak yapmıştı; tarihçi meslektaşlardan Necdet Sakaoğlu, İlber Ortaylı, Ahmet Kuyaş ve Ahmet Turan Alkan'ın yazılarıyla sorunu irdelemiş; güncel bir derdimizin bam teline basmışlardı. Aslında çok geç kalmış bir sorgulama bu; birçok tarihçinin, değirmenine su taşıyarak büyüttükleri bir sorun. Yine de, uzun zamandır yaşanan, Osmanlı yüceltmesi için Türkiye Cumhuriyeti kazanımlarına vurma gereği duyan frensizlere karşı yerinde bir uyarı. Bu konuda ben de  -yıllardır üstünde durduğum için- kendime bir yorum yapma fırsatı düştüğünü sanarak bir şeyler söylemek, özellikle de iktidar ve medya güçlerinin seslendirmeleriyle semizlenen yönlendirmelerin bıraktığı, bırakabileceği mirasa(!) değinmek istedim.


Ortaylı'nın, bazı çevrelerde öteden beri var olduğunu ifade ettiği "Osmanlılık özentisi"ni "zevk sahibi olmayan kasabalılar"a yüklemesi yanıltıcı olabilir. Böyle bir tanımlama kimilerince kabul görse bile, "kasabalılar"ı bu tür bir algılamaya sevk eden etkenlerin ortaya konmasının, yani sorunun kaynağına inmenin, daha doğru bir yaklaşım olabileceğini sanıyorum. Sakaoğlu'nun saptaması bize bu önceliği hatırlatıyor:

"Son dönemde sıklıkla empoze edilen bir algı var: "Muhteşem Osmanlı mirası erken cumhuriyet devrinde yok edildi". Osmanlı yöneticileri kendi atalarının mirasını korumayı önemsemedi. Cumhuriyetin ilk dönemini suçlamak ayıp. [İstanbul] Suriçi'ndeki yıkımları gerçekleştirenler 1950 sonrası iktidarlardır".

Öte yandan medyanın tarih malumatfuruşluğunu dile getiren Kuyaş, bazı köşe yazarlarının türettiklerini "nev-zuhur" yani sonradan görme Osmanlıcılık peşine takılmış olmalarını dile getirmesiyle sorunun bam teline basıyor. "Tarih kitaplarından (bu arada tarih dergilerinden!), televizyonlardaki tarih programlarından, tarihi konu eden dizilerden, tarihi romanlardan göz gözü görmez oldu" saptamasıyla da sorunun menbalarına iniyor. Alkan ise, "Osmanlılık (artık) bir birikim filan değil, damarlarda dolaşan ve tepemizin tası attığında klȃsını isbat eden bir ruh"  tarifiyle ecdada
-okumadan, yazmadan- kolayca sahip olanları, günlük modayı takip edenleri eleştiriyor.

Birkaç cümle ile alıntıladığım tespitler, burada, okul kitaplarını, medya ve onlara yön verme gayreti içindeki politikacıların fermanları üstüne daha fazla vurgu yapmamı gerektiriyor. 20. yüzyılın tarihçiliğe ve onun yönlendirmelerine ilişkin gelişmeleri ve çarpıtmaları bir kenara atarak -ama o süreçlerin yarattığı yıkımı unutmayarak- kısaca dile getirebilirim ki, 3 bin yıllarının başlarında tarih, fazlasıyla günlük yaşam için gerekli sayılan ısmarlama söylemler döktü ortaya. Siyasetin kendi varlığını perçinlemek için "ecdad" büyülemesinin, gazeteciliğin ve görsel iletişimin daha fazla parçası oldu. Profesyonel tarihçiliğin ciddiyetini kenara iten "musahipler", kanaldan kanala atlayan veya oralarda daimi elçilikler kurmuş olan bilgiçler gibi gösterilmeye başlandı; her ne kadar ciddi sandığım üniversitelerde bilimselliklerinden ödün vermeyen ya da alaylı tabir edilen bilge tarihçiler var olsa da.

"Yaygın" biçiminde tanımlanabilecek tarihçilik, akademisyen tarihçilerin çıkardıkları bilimsel dergilerle sunulan bilgilerde ve monografilerde ortaya konan geçmişe ilişkin verilerin topluma ulaşmasında aracı olan aylık ya da daha uzun aralıklarla yapılan neşriyatın arasında kalan yayıncılıktır. Başka bir deyişle, burada söz konusu olması gereken, üreticisinden alıp tüketicisine ulaştırılan bir bilgi dalının tarihçilikte aldığı biçimdir. Politik olduğu kadar ideolojik kaygılarla ve sorumsuzca tuşa basanların içgüdüleriyle hareket edenlerin sayıları çok arttı. Tarih -eksik ve yanlış bilgilendirmeden ve tutarsız meraktan kaynaklanan biçimiyle- günlük zevke, politik dalgalanmaya, ideolojik şartlandırmaya ve bunlara uygun kullanılmaya susamışlığın ilacı oldu adeta. Tarih, aynı zamanda, akademik dünyada, yanlış yönlendirmelerin tutsağı oldu. Hükümetlerin, meclislerin, siyasilerin teşvikleri ve dirlik beklentisi yaratmalarıyla şirazesinden çıkarıldı. Ünlü tarihçimiz Halil İnalcık'ın dile getirmesiyle böyle bir durum "Osmanlı patrimonyal toplumunda terbiyet, kulluk, intisab [birinin adamı olma] sosyal ilişkilerin temeli olmuş, hem patron hem kul için gerekli bir sosyal bağ oluşturmuştur".

Gerek dergilerde ortaya konan bilimsel makalelerin gerekse bazı monografilerde elde edilen sonuçların (veya varsayımların) daha geniş topluluklara ulaştırılması için popüler -ondan da önce- vulgarize nitelikli yayınlarla, hatta görsel medyada kimi zaman profesyonel, kimi zaman da amatör sayılabilecek kişilerce seslendirilişi, şüphe yok ki, çok önemli sayılmalıdır. Önemli sayılmalıdır, çünkü geçmiş hakkında bilgilenmeyi arzu eden sıradan bir tarih meraklısı genellikle gazete ya da televizyondan (hatta internetten) kendisine sunulana inanma eğilimindedir. O, çoğunlukla, tarihsel bir konuyu ayrıntılarla ve gerekli kaynaklara dayanarak inceleyen bilginleri tanımaz; tarihçilerin kendi aralarındaki paslaşmayı bilmez. Devletin direksiyonunu ellerinde bulunduranların ve onların medyaya ve okul kitaplarına enjekte etmeye çalıştıkları gizli tarih ajandalarının farkına varamaz. Ama o kendi kişiliğiyle -öğrendiklerine ve öğretilenlere, yetersiz gözlemlere ve dış etkenlere dayanan- bir meraklıdır, kendi kendisinin tarihçisidir. Yargısını verir böyle bir kişi, "her bir kişinin kendi görüş açısını yansıtmak hakkı vardır" diyen postmodern yaklaşımları irdeleyemeden benimser. Ancak, böyle bir yaklaşım, yargı veya inanış ona tarihi düşüncenin yapısı, amacı, yöntemi ve yararı hakkında yorum yapma yetkisi vermez; elde ettiği tarih bilgisi yüzeyseldir, üzerine oturtmaya çalıştığı yargı da derinlemesine ve ayrıntıya dayalı değildir.

Karmaşıktır tarih! Bu karmaşa hiçbir zaman netleşmeyecektir; ancak tarihçi bilimsel incelemeleriyle onu anlamlandırmayı sürdürürken ve karşısındaki topluma okunabilir bir metin/söylem sunarken çekiciliğini yitirmeyecektir, yitirmemelidir. Osmanlı merakı ile incelemeye koyulanların ve yazılarıyla/anlatılarıyla önder olanların, tarihçiliğin nasıl bir disiplin içinde yapıldığını bilmeleri temel bir koşuldur. Osmanlı'ya hayran kalanların -hatta zorunlu olarak hayranlık ifade etmek isteyenlerin- ise, böbürlenmeden, abartmadan ve tabii küçülmeden kendilerini daha geniş bir perspektif ile donatmaları ve kıyaslamayı elden bırakmamaları gerekir. Osmanlı geçmişi, bu değerlendirmelerden vareste değildir.

Kısa bir süre önce "tarihin 19 Mayıs 1919'da başlamadığı"  ileri sürülerek açılan tartışmaların peşine düştü medya (sanki tarih o gün başlıyormuş gibi; sanki 19 Mayıs 1919 tarihi önemsizmiş gibi), ders kitaplarındaki Osmanlı Egemenliğini görmeden, bilmeden, televizyonlardaki Osmanlı hâkimiyetinin farkına varmadan, siyasi söylemlerde Osmanlı övgüsünü işitmeden; ve tabii, Türkiye Cumhuriyeti'ni ara nağme sayanların tarih bilgilerini ve ideolojilerini irdelemeden. Tarihe, öyle bir sayıya bağlanarak çağ atlatılmaz, filmini geriye de sarmaz; uzun süreçlerin genel tanımlamalar/kavramlar altında, öğrenim kolaylığı da düşünülerek bazı ayrımlar yapılabilir. 19 Mayıs 1919, ancak kıyaslamalarla -derinlemesine ve enine, kronolojik ve kavramsal- önemli şeyler ifade eder. Önüne ve arkasına bakmak gerekir 19 Mayıs'ın ve burada adlarını sayamadığım birçok tarihçinin ve tarihi değerlendiren bilgin ve edebiyatçının onu nasıl değerlendirdiklerine, nasıl bir süreklilik içinde algıladıklarına bakarak.

Ve haliyle adlarını yararlı kitaplarından duyduğumuz ve düşüncelerini bildiğimiz dünya tarihçi ve düşünürlerinin savunduklarına biraz eğilerek; insanlık tarihini ve üstünde gezindiği doğayı gözden ırak tutmadan.

Geçmişi "tarih" formatı altında yansıtmanın bir yetkinliği olmalıdır, kuralları vardır tarihçiliğin. Tüm bu donanımları benimseyen kişilerin eserleri kalıcı olmuştur. Zor zanaattir bu işi yüklenmek, hele hele ezberinden okuyanlar için.

Prof. Dr. Salih Özbaran