Milli irade kazanmadı

Edip Emil Öymen
Milli irade kazanmadı

ABD’de her 100 seçmenden 43’ü oy vermedi. Sosyal medyada yalan, sahte haberler tepe yaptı. Seçim, 10 eyaletin “değiştirelim” dediği, ama 40 eyaletin “böyle kalsın” dediği antidemokratik bir sistemle yapıldı. Dünyanın en liberal anayasasını daha 1780’lerde yazmayı akıl edenlerin, “emniyet süpabı” olarak seçim sistemine eklediği, ama görevi eskiyen İkinci Seçmenler Kurulu, ortaya şu tabloyu çıkarttı: 18 Kasım ABD Doğu Saatiyle 24’te oylar hâlâ sayılıyordu. Clinton’ın oyu 63.5 milyon. Trump’ınki 61.8 milyon. Aradaki fark 1.7 milyon. Buna rağmen, Clinton başkan olamıyor. Çünkü Kurul’da oyların çoğunluğunu Trump kazandı. Böyle tuhaf bir durum: Milli irade değil, “sistemin” iradesi üstün.

Oy sayımı bu hafta da sürecek. Clinton arayı daha açabilir. Ama başkanın kim olacağına, Kurul’un 19 Aralık’ta yapacağı “gerçek” oylamada karar verilecek. Bu yüzden, ABD’de Change.org (“Değişim Yapalım”) e-dilekçe sitesine 4.5 milyon seçmen, “Clinton’ın oyları Trump’ınkileri geçiyor. Kurul Trump’a oy vermesin” diyerek imza attı.

Bu, sembolik bir girişim. Halkoyundaki açık farka rağmen Kurul, Clinton’ı başkan seçmez. Örneğin, 2000 seçiminde George Bush 50.4 milyon, Al Gore 51 milyon oy almıştı. Kurul’da Bush oyları daha yüksek çıkınca Bush “seçilmiş” oldu. Ama konu, Yüksek Mahkeme’ye taşındı. Çünkü oy vermede usulsüzlükler, sorunlar büyüktü: Hele de Bush’un kardeşi Jeb’in vali olduğu Florida eyaletinde. Sonuçta Bush, Yüksek Mahkeme 1 oy farkıyla başkanlığı Bush’a verdi. Yemin töreni gününde başkentte onun geçeceği caddelerde büyük protesto gösterileri yapıldı.


Türkiye’de uygulanan Nispi Temsil d’Hondt Sistemi’yle bile Clinton, başkan seçilmişti çoktan. Hatta İngiltere’deki “çoğunluğu kazanan, kazanır” sisteminde bile bir oy bile fazla alan, seçilir. Bu da demokratik değil ama, Clinton orada da seçilirdi. Ama işte, ABD’de sistem farklı. Seçilemiyor.

Şimdi bütün bunlara rağmen hâlâ Trump’ın kazanmasına dair “derin” sosyolojik analizler açıkçası komik. Elbette Clinton’ın “halktan kopukluğu” ve diğer olumsuzluklar listesi bir gerçek. Elbette Trump’ın, “ben eğitimsizleri severim” diyerek altta kalanlara kucak açan demagogluğu bir gerçek. Ama eğer her 100 seçmenden 43’ü “bana ne?” diyerek oy vermeye tenezzül etmiyorsa, sonucuna da katlanır 2020’ye kadar. Aynı saçmalık İngiltere’de de oldu. “Ne yani, iki ayrı başvuruda zar zor üye olduğumuz AB’den mi çıkacağız?” diyerek oy vermeyenleri, “Evet, AB’den çıkmamız gerekiyor” diyenler az farkla yendiler. Şimdi bütün ülke bunun faturasının hesabını yapmaya uğraşıyor.

ABD’de bir de internette, sosyal medyada okuduğuna inanan, acaba mı diye düşünmeyen milyonlar var. Bunlar, bilgi ve iletişim devriminin cüruf takımı, yan ürünü, zararlı atığı. Bunca bilgi içinde kılı kırk yarma fırsatı (yani bilgi) varken bunu kullanmadan “her şeye” inanmak! Bir tür Orta Çağ... Ve, olan oldu: Facebook başta olmak üzere sosyal medyacılar, “Bize ne? Biz herkesin fikrini serbestçe iletmesine aracıyız” diyerek bilerek, isteyerek olup bitene seyirci kaldılar. Yurt dışındaki yüz akımız bilimcilerimizden Zeynep Tüfekçi (Kuzey Carolina bilişim analisti) New York Times’ın daveti üzerine yazdığı makalede, Facebook’u, “yalan dolanı” ekranlara taşımakla suçladı (15.11). Zuckerberg, zoraki de olsa, gecikmeli de olsa “Öyle değil, şöyle oldu” diye geveledi. Ama konuya Başkan Obama bile değindi: “Eğer neyin doğru veya sahte olduğuna bakmazsak, gerçek veriler hakkında ciddi olmazsak, hele bu sosyal medya düzeninde ne kadar çok insan, haberi/bilgiyi parça pürçük alırken, eğer ciddi öneriler ile propagandayı ayırt edemezsek, o zaman ciddi sorunlarımız var demektir.” (18.11.16)

Edip Emil Öymen

*Bu yazı 21.11.2016 tarihli Dünya gazetesinde yayınlandı.


Edip Emil Öymen