Tam dört yıl oldu: Bir sabah uyandık, gazetede okuduk; hem de resmi gazetede. Akademisyen olarak adını bile duymadığımız, adını anmaya bile gerek olmayan birisi Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atanmış. Hoppala! Atandığının ertesi günü duyduk ki TOKİ başkanı ile üniversite arazilerini geziyor; burayı yıkarız, şuraya kaç kat çıkabiliriz, herhalde bunları konuşuyor. Üniversite değil, gayrimenkul ortaklığının başına gelmiş sanki.
Ülkenin medarı iftiharı bir üniversitesine böyle mi rektör atanır? Zaten Anayasa mahkemesi rektör atama yöntemini usulsüz bulup iptal etti de, hani iptal olmamış olsa bile, bu işi yapmanın bir yolu yordamı olmaz mı? Hani mesela bilim ödülü sahibi, ya da daha iyi bir üniversitede büyük tecrübe kazanmış birisini bu üniversiteye yönetici diye düşünürsün de o zaman bile, önce bir tanıştırırsın üniversiteyle, değil mi? Üniversiteyi, birimlerini tanısın; akademisyenleri ile tanışsın, kuvvetlerini, zayıflıklarını öğrensin, projeler geliştirsin, istişare etsin. Dünyanın her yerinde böyle oluyor: Çeşitli seçim ve atama usulleri olsa da hepsinde ortak olan şu: Üniversitenin akademisyenlerinin ve başka paydaşlarının içinde olduğu, aday belirleme, istişare ve seçim süreci oluyor, sonra rektör atanıyor.
Amaç, mevcudu koruyarak daha iyiye götürmek değil de yıkıp kendine göre yenisini kurmak olunca işte böyle oluyor: Üniversiteyi binaları ve akademisyenleri ile boşaltılması gereken bir araziden ibaret gibi gören birisini atıyorsun: Bunun için her söyleneni yapacak herhangi birisi yeterli. Onun için akademisyen olarak adını bile duymadığımız birisi olması daha uygun; şöyle yapsak daha iyi olmaz mı diye yeni icatlar çıkarmasın, denileni yapsın yeter.
Üniversite ağır tonajlı bir gemi gibi. Bir kişinin iterek yönünü değiştirmesi çok zor. Bunu yapabilmek için herkesin aynı yönde itmesi gerekiyor. Akademik yöneticinin rolü herkesin aynı yönde tüm gücüyle itmesini sağlamak. Ancak bunun için ne yöne gidileceğinde uzlaşmak lazım: Herkesin fikrini dinlemek, tartışmak, iyi fikirleri desteklemek, uzlaşmak, alan açmak lazım. Başımıza gelen çok farklı bir yönetim anlayışı: Bir kişi söyler, diğerleri hiyerarşi içinde emirleri uygular. Üniversite ordu değil, akademisyenler de emir eri değil, kendi fikirleri olan kişiler.
Sonra olanları biliyoruz:
Bir üniversitenin adım adım çöküşünü izledik: 100’den çok kıymetli akademisyen üniversiteden ayrıldı; yerlerine apar topar akademik olmayan kriterlere göre yeni öğretim üyeleri alındı. Gidenler en iyi üniversitelere gitti; yurtdışına, ya da Türkiye’deki önde gelen vakıf üniversitelerine. Gelenler ise Kilis Üniversitesi’nden, Yalova Üniversitesinden geldi. Üstelik bölümlerin ihtiyaçları ve uzmanlaşmaları da dikkate alınmadan: Psikoloji bölümüne rehberlik öğretim üyesi, felsefe bölümüne ilahiyatçı.
Öğrencilerin hayatı daha da zorlaştı: Yurtları yıkıldı, kütüphane kapatıldı, yarıyılın ilk günü kantin kapatıldı. Kampüsteki dört ayrı yurt kapatıldı. İkisi içindeki mobilyalarıyla yıkıldı; bir yıldır arazisi boş duruyor. Depreme karşı yeni güçlendirilmiş, yenilenmiş yurt binası depreme karşı güçlendirilmek üzere bekleyen lojmanlarla birlikte yıkıldı. Diğer bir yurt, boşaltıldı; iki yıldır boş tutuluyor. Yeni yurt yapıyoruz denildi; kampüsün içinde devasa bir inşaata başlandı. Her gün öğrenci ve öğretim üyeleri inşaat çamurunun içinden, vinçlerin altından geçiyor. Bir işçi üzerine kamyon devrildiği için hayatını kaybetti; öğrenciler her gün korku içinde aynı yerden geçiyor.
Sonuç? 10 yıl önce Boğaziçi Üniversitesi dünyada belli kriterlere göre ilk 100, ilk 200 içindeyken, şimdi ilk 500 içinde bile değil. Üniversite ağır tonajlı bir gemiye benzediğinden yavaşlaması bile ağır ağır; ama düzelmesi için henüz ümit yok. Böyle giderse direnen öğretim üyeleri de ayrılacak; parlak öğrencileri bir an önce yurtdışına gidecek; aklı başında hiçbir parlak akademisyen öğretim üyesi olarak üniversiteye katılmak istemeyecek.
Bir üniversite bu şekilde ölecek. Yerine de yenisini koymak çok zor.
Lale Akarun