Geçen yazıma İstanbul bir dünya kenti diye başlık atmıştım. İstanbul, Avrupa’nın en büyük şehri, hem de bence en güzeli. Ben daha önce altı yıl New York’ta oturdum. New York da bir dünya kenti, pek çok bakımdan çok zengin bir kent ama İstanbul ile güzellikte yarışamaz. New York’un bariz üstünlüğü, kültür-sanat hayatının canlılığı ve müzelerinin zenginliği. İstanbul’un o seviyeye ulaşmasına çok var. 2000’lerden başlayarak şehir bazı bakımlardan çok çoraklaştı, festivaller sönükleşti, müzisyenler İstanbul’a gelmez oldu. Son beş yılda bunun tersine çevrilmesine yönelik gelişmeler ümit verici.
Sevindirici bir gelişme İstanbul’un müzelerinin çoğalması ve zenginleşmesi. Son beş yılda İstanbul Belediyesi ondan çok müze açtı: Haliç tersanesi içindeki İstanbul Sanat ve Feshane büyük olanları. Feshane’yi henüz gezemedim ancak İstanbul Sanat’ı gezdim ve çok beğendim: Tabii ki en meşhur eser, Bellini’nin yaptığı Fatih Sultan Mehmed ve oğlu Cem Sultan portreleri. Ancak müzede bunun dışında pek çok etkileyici eser var: Özellikle tarihi portrelerin sergilendiği kat Osmanlı tarihi açısından çok ilginç, 19. yüzyıl sonu önde gelen şahsiyetleri resmi geçidi gibi.
2023’te açılan ve çok zengin bir müze olan İş Bankası Resim Heykel Müzesi de Türk resim ve heykel sanatına odaklanıyor ve 19. ve 20. yüzyıldan çok eser barındırıyor. Yine geçen yıl yenilenen İstanbul Modern ve Dolapdere’deki yeni binasında 2019’da açılan Arter, İstanbul’u modern sanat bakımından çok zenginleştirdi. İstanbul Modern’de Refik Anadol’un bir eseri var. İnternette çok daha etkileyici eserlerinin videosu olsa da, ekranda değil bu amaçla tasarlanmış bir mekanda, tavan, zemin ve tüm duvarlarda akan, değişen bir gösterim, insanın başını döndürüyor. Arter de şu sıra çok güzel bir sergiyi bu senenin sonuna kadar barındırıyor: Farz et ki sen yoksun başlıklı sergi, Ömer Koç’un kişisel koleksiyonundaki eserlerden oluşuyor ve çok zengin. Favorilerimden birisi İrfan Önürmen’in Müfredat adlı heykeli: Bir okul sırasına başlarını dayayıp, uykudan yere akmış iki öğrenciyi betimliyor. Müfredat denen şeyin bu etkiyi yaratmaması için çaba göstermek lazım.
Sanat ile bilgisayar dersi
Müzeleri gezmeyi, bazı eserlerin fotoğrafını çekip onları derslerimde kullanmayı çok seviyorum. Örneğin Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği tablosunu, bilgisayar grafiği dersimde, perspektif konusunu anlatırken gösteriyorum. Rönesans’tan önce perspektif pek anlaşılmıyormuş. Örneğin minyatürlerde de perspektif yoktur. Da Vinci perspektif konusunu çalışıp formel bir tanım geliştirmiş; zaten bu tür pek çok buluşu nedeniyle hezarfen (polymath) olarak tanınıyor. Eğri ve yüzeyleri anlatırken, Katalan mimar Gaudi’den bahsediyor ve onun Barselona’daki meşhur eseri Kutsal Aile bazilikasının altındaki müzedeki bazı maketlerin fotoğraflarını gösteriyorum: Gaudi, eğrileri tasarlamak için iplere asılı kum torbaları kullanmış; bunlar bugün kullandığımız Bezier eğrilerine benziyor. Aynı şekilde, Bilgisayar grafiğinde indirekt ışıklandırmayı modellemek için kullanılan yöntemleri anlatırken de Nuri Kuzucan’ın bir eserini kullanacağım: Eserde, görülen tüm yüzeyler beyaza boyalı olmasına rağmen, bazıları pembe, bazıları turuncu görünüyor; çünkü görmediğimiz yüzeylerdeki renkler, yansımayla beyaz yüzeylere sızıyor.
Yurtdışında, okul çocukları düzenli olarak müzelere götürülürler. Maalesef ülkemizde bu tür uygulamalar yaygın değil. Oysa müzeler sadece sanat için değil; her konu için çok öğretici. Ben de dersimi müzede işleyeceksem, Beykoz’da yeni açılan Beykoz Çubuklu Silolar çok uygun. Çubuklu’da boğazın kıyısında gaz deposu olarak yapılmış 10’dan çok devasa silo; çok zamandır metruktu. İçleri boşaltılarak değişik mekanlara dönüştürülen silo binalarının birisinde de bir dijital sanat gösterisi varmış. Tam benim dersime göre!
Lale Akarun
*Bu yazı, HBT Dergi 420. sayıda yayınlanmıştır.