‘Nerede duruyoruz’ sorusunu soran gençlere… Ve herkese

Özlem Yüzak
‘Nerede duruyoruz’ sorusunu soran gençlere… Ve herkese

Direnişin adıdır gençlik... Dinamizmin, umudun, coşkunun adı... Geleceğin adıdır gençlik... Aynı zamanda kahkahanın, neşenin, kimi zaman vurdumduymazlığın... Zaman önlerinde alabildiğince sonsuz gibi görünür, onlar da alabildiğince keyfini çıkarırlar hatta kimi zaman bozuk para gibi harcayıp, tüketip dururlar.. Laf aramızda, aşırıya kaçmadıkça çok da kötü değildir yaptıkları. Çünkü zamanın boyutlarını, sınırlarını, sonsuz olmadığını fark ettiğimizde asla eskisi gibi olamayacağımızı da dehşetle anlamış oluruz. İşte o an gençlik döneminin de sona erdiği andır.

Ben kimim” sorusunun en çok sorulduğu dönemdir aynı zamanda. “Kimlik kazanma dönemi” de diyebiliriz.

Atatürk, hedefleri, vizyonu, öngörüsü, aklı çağının çok ilerisinde olan bir liderdi. Ülkeyi gençlere emanet etmişti ama şu sözleri de vurgulamayı ihmal etmemişti: Gençliği yetiştiriniz. Onlara bilim ve kültürün olumlu fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. Özgür fikirler uygulamaya geçtiği zaman, Türk milleti yükselecektir.


İşte kilit nokta tam da burada. Yani bilim ve kültürde, özgür fikirlerin oluşabileceği ortamları yaratmakta... Genç nüfusumuz bizim şansımız, önümüzdeki en büyük fırsat ama ne yazık ki aynı zamanda heba ettiğimiz... Onlar zamanı masumca tüketiyorlar belki ama bu ülkeyi yönetenler gençliği bozuk para gibi harcıyorlar..

Bu yazıda Türkiye’de gençliğin fotoğrafını çekmek, kindar ve dindar nesil yetiştirme çabalarını ya da eğitimin nasıl ideolojiler üzerine şekillendirdiğini örneklerle tekrarlama niyetim yok. Bir kitaptan kısaca bahsetmek istiyorum. Beni çok etkileyen, “Ben kimim, ne olacağım” sorusunu sorabilen gençlere de şiddetle önerdiğim bir kitap...

‘Cesur Dâhiler’ neden okunmalı?

Adı, Cesur Dâhiler. 20. yüzyılın en korkunç diliminde biri genç bir yazar, diğeri çiçeği burnunda bir bilim insanının Albert Camus ve Jacques Monod’nun direniş ve başarı öyküleri. Sean Carroll’un kaleminden Ülker İnce’nin titiz ve güzel çevirisi ile...

Özgürlük uğruna büyük bir mücadele veren, hayatlarını tehlikeye atan ama bir yandan da kendi varoluşları açısından en önemli olanı sebatla sürdüren iki özel insan... Ki bu sebatları onlara Fransız direnişinden Nobel Ödülü’ne uzanan yolun da taşlarını döşemişti. Monod, hücrelerin nasıl çoğaldığı bilmecesini çözme peşindeydi. Camus ise hayatın anlamını sorguluyordu, “Hayata değer kazandıran şey nedir” sorusunu ortaya atarak...

Camus’ye göre bu sorunun yanıtı “başkaldırı” idi. Neye başkaldırı? Baskıya ve adaletsizliğe başkaldırı. Camus’ye göre insanlığı aşırılıklardan, felaketlerden kurtarabilecek yegâne şey başkaldırı idi: Hatta bunun tarifini de veriyordu: Başkaldırarak bıkıp usanmadan kötülüğün karşısına dikilmek. Ama ekliyordu: “Bu aşırıya kaçmayan bir başkaldırı olmalı, sınır tanıyan, efendisi ‘zekâ’ olan bir başkaldırı”.

Monod da Camus’nün ısrarla üzerinde durduğu “insanın anlam özlemi ile evrenin sessizliği arasındaki çelişkiye” 360 derecelik bir daire çizip moleküler biyolojiden hareketle ulaşmıştı. Üstelik moleküler biyoloji, insanın ortaya çıkışında rastlantının rol oynadığını ileri sürerek bütün inanç sistemlerine de meydan okumuştu. Yani moleküler biyolojinin felsefe sonuçları da olmuştu.

Dostu Camus Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıktan yıllar sonra Monod’nun çığır açıcı çalışmaları Nobel ödülü ile taçlandırılacak ama o da tıpkı Camus gibi, yakın çevresini karşısına alma pahasına inandığı değerler uğruna savaşmaktan vazgeçmeyecekti. Şunu söylüyordu:

Çağdaş toplumlar bilimin kendilerine sağladığı zenginliklere ve güce kucak açtılar. Ama bilimin en derin mesajını kabul etmediler, ona kulak bile vermediler. Doğrunun yeni ve biricik kaynağına işaret ediyordu oysa bu mesaj: O kaynak bilimsel yöntemlerle elde edilmiş nesnel bilgidir.

Tıpkı Camus gibi Monod da farklı yollardan çıkıp aynı noktaya gelmişti ve “üstün bir değer” öneriyorlardı: Yaratıcılığın ve bilginin peşinde olmayı.

Kendini bu değerlere hizmet etmeye hazır hale getiren bir toplum, entelektüel, siyasal ve ekonomik özgürlükleri savunmak zorunda olacaktır. En birincil görevinin eğitimi desteklemek olduğunu bilecek ve elbet daha fazla özgürlüğe, yaratıcılığa, bilgiye giden yolda ilerleyecektir. Bir ütopya bu belki ama asla tutarsız bir düş değil...” diyerek...

Topu topu 5 mikron büyüklüğünde bir virüsün tüm insanlığı neredeyse esir aldığı, ekonomik, kültürel, sosyal yaşamın durma noktasına geldiği, bilim dünyasının tüm enerjisini etkin bir ilaç ve aşı üzerine harcadığı şu günlerde “Nerede duruyoruz” sorusu üzerine düşünen herkese...

Özlem Yüzak


*Bu yazı 15.05.2020 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlandı.

Özlem Yüzak

Bilgi işçisi olarak tanımlıyor kendini... 15 yılı aşkın süredir Cumhuriyet Gazetesi’nde ‘Bilgi Toplumuna Doğru’ adlı köşesinde çağdaş dünyanın anahtarı olan bilgi, bilim ve eğitimin önemi üzerine yazıp duruyor. İnsanın doğa ve insan üzerinde kurduğu iktidardan dehşetli rahatsız; bu yüzden sürdürülebilir kalkınma, toplumsal cinsiyet, iklim değişikliği yine ilgi duyduğu alanlar arasında. “Kıskaçtaki İnsan ve İsyan” adlı bir kitabı bulunuyor.