Cambridge Profesörü Dan McKenzie: “Beklenen depremin büyüklüğü en az 7,5”

Fizik ve Uzay Gezegenimiz Öne Çıkanlar Yerküre
Cambridge Profesörü Dan McKenzie: “Beklenen depremin büyüklüğü en az 7,5”

Cambridge'den Emeritus Prof. Dan McKenzie yaşayan en büyük yerbilimcilerden biri. Yerbilimleri konusunda Nobel muadili sayılan Crawfoord Ödülü sahibi olan Dan McKenzie, yeryüzünü meydana getiren plakaların milyonlarca yılda nasıl oluştuğunu, bunların birbirine göre göreceli hareketlerini ve bu hareketin sebebini ortaya koyan çok önemli araştırmalara imza attı. İstanbul Teknik Üniversitesi’nin davetlisi olarak Türkiye’ye gelen McKenzie ile özel bir söyleşi gerçekleştirdik.

Sayın McKenzie, öncelikle İstanbul'a hoş geldiniz. Merak ediyoruz; yeryuvarlağında neler olup bittiğiyle ilgilenmeye ne zaman başladınız? Hikâyesini anlatabilir misiniz?

Yıllar önce, lise öğrencisiyken matematik, kimya ve fizik derslerinde oldukça başarılıydım. Ve bu beni Cambridge Üniversitesi’ne taşıdı. Ders cetvelinde temel bilimler dersleri dışında  fizyoloji ya da jeolojiyi seçmem gerekiyordu. Babam doktordu. Kütüphanesinde fizyoloji üzerine birçok kitap varken jeoloji üzerine yalnızca iki kitap vardı. Biri, ünlü bir 19.yüzyıl jeoloğu olan Charles Lyell’ın yazdığı “Principles of Geology” kitabıydı. Charles Darwin, evrim teorisi için önem taşıyan o ünlü Beagle yolculuğuna onu da götürmüş. Bunun çok hoş olduğunu düşündüm.


Buna karşın fizyoloji kitapları, doktorlar için ders kitabı niteliğindeydi. Bilirsiniz, sadece sınavları geçmek için okunacak kitaplar. O kadar sıkıcı ki anlatamam. Bu sebeple ben jeolojiyi seçtim. Ancak jeoloji eğitimi tam anlamıyla berbattı. Bize altı yüz civarında fosil ismi öğrettiler, düşünebiliyor musunuz? Aptalca! Oradaki bütün arkadaşlarım jeolog oldu. Ben jeolojiden vazgeçerek fiziğe geçiş yaptım. Ardından jeofizikle ilgilenebileceğimi düşündüm. Fizik ve jeoloji birlikte…

Ardından bu alanda uzmanlaşmaya başladınız.

Evet. 1963’te Edward Bullard’ın danışmanlığında termodinamik değişkenlerle ilgilenmeye başladım. 1963 yılında yazmaya başladığım doktora tezim, çoğunlukla manto akımlarıyla ilgiliydi. 1966’da doktoramı verdim. Ve 1967’de levha hareketleriyle (tektoniği) ilgili ilk makalemin yayımlanmasıyla birlikte tanınmaya başladım. Levha hareketinin ne olduğunu bugün herkes biliyor. Bugünkü ders kitaplarında o makaleye atıfta bile bulunulmuyor.

Prof. McKenzie ile İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü (AYBE) seminerleri kapsamında yaptığı konuşmanın ardından bir araya geldik. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki volkanizma ve manto konveksiyonu hakkında önemli bilgiler veren McKenzie, 1987 yılından itibaren Türkiye tektoniği üzerine yaptığı araştırmaların sonucunda, beklediği depremin büyüklüğünü de açıkladı.

“Levha Hareketleri Teorisi bugün ilkokullarda bile okutuluyor”

1900’lerin başında Alfred Wegener, Pangea kuramını ortaya atarak bugünkü kıtaların tek bir kıtadan koparak kaydığını savunmuş, ancak bu kaymanın nedenini tam olarak açıklayamamıştı. Siz, Wegener’in çalışmasını ileriye taşıdınız. Teorinizi özel kılan neydi?

Ben manto akımlarından yola çıkarak levha hareketleri teorisini geliştirdim. Bu  yeryüzünde neler olduğunu açıklamak için hayli “işe yarar” bir teori. Ve aslında o kadar basit ki bugün İngiltere’deki ilkokullarda bile okutuluyor. Bakın, lise demiyorum. Çünkü çok basit.

İklim değişikliğinin yer altındaki hareketleri etkilediğini söyleyebilir miyiz?

Bence etkilemez. Yer altı hareketlerinin iklim değişikliğini etkilediği doğrudur ama tersini söyleyemeyiz.

Çalıştığınız bölgedeki (Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki) tektonik hareketler, Türkiye’nin jeofiziksel alanını etkiliyor mu?

Tabii ki. Anadolu’nun, Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerinde batıya doğru yaklaşık 3 cm/a kayması, Afrika’nın kuzeye doğru hareketinin doğrudan bir sonucudur.

Türkiye’de depreme neden olabilecek bir hareket gözlemliyor musunuz?

Türkiye ve Orta Doğu’yu içeren bir bölgede, hareket eden tabakaların olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Kuzey Anadolu Fay Hattı’ndaki bazı yerler kayıyor. Öyle ki bu hatta, batıya doğru yılda 30 milimetrelik bir kayış söz konusu. Bunu, alanda yaptığımız gözlemlerden rahatça anlayabiliriz. Mesela bazı yerlerde beş yıl içinde duvarların eğildiğini görürsünüz.

Türkiye’deki insanlar, özellikle 17 Ağustos 1999’daki depremin ardından sismograf denilen bilimsel ölçüm aracıyla tanıştı. Bilimsel araçlar, olası bir depremi önceden tespit edip engel olabilir mi?

İmkânı yok. Japonlar ve Çinliler bunu yapabilmek için 5 milyar dolar civarında paralar harcadı. ABD’lilerse 200 milyon dolar… Sonuç sıfır. Hiçbir başarı elde edemediler. Açıkçası doğru olan yaklaşım bu değil.

Depremleri önceden tespit edemiyorsak çözüm ne olabilir? Bir başka deyişle, doğru olan yaklaşım nedir?

Mantıklı olan yaklaşım, evleri depreme dayanıklı inşa etmek. Bu, normal bir bina masrafının %10’u kadar daha fazla bir maliyete neden olur. Mesela 10 milyon dolarlık bir binadan bahsediyorsak bunu depreme dayanıklı hale getirmek 1 milyon dolar ek maliyete denk gelir. İnanın ki bu rakam, müfettişlere verilen rüşvetten daha az bir miktar.

Kuzey Anadolu Fay Hattı’nda beklenen depremin büyüklüğü en az 7.5

Bildiğiniz üzere depremlerin vereceği hasarı önlemek için uygulanan sismik bina (kodu) yönetmeliği adında bir düzenleme var. Mesela Japonya’daki binalar, kullanım ömrü boyunca birkaç kuvvetli depreme maruz kalacağı düşünülerek yapılıyor. Sismik bina kodunu önemli kılan nedir?

Bakın, bir depremin ne zaman meydana gelebileceğini kimse bilemez. Evet, Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın büyük bir kısmı kaymıyor. Ancak 1939’dan bu yana Erzincan bölgesinde 7,5 ile 8 arasındaki bir büyüklükte depreme neden olabilecek 2,4 metrelik bir hareket birikti. Dediğim gibi depremin ne zaman olabileceğini kimse önceden bilemese de bu konuda çalışmalar yürüten herkes bu konuda hemfikir. Türkiye’de bu büyüklükte ve aktiflikte olmasa da benzer şekilde birçok aktif fay hattı var. Bu da sismik bina kodu uygulamasının önemini gösteriyor.

Türkiye’de “Deprem değil tedbirsizlik öldürür.” diye bir laf var.  

Eğer yapılabiliyor olsaydı ve size saatimi gösterir gibi şu tarih ve saatte, ve hatta bu dakikalarda İstanbul’da 8,0 büyüklüğünde bir deprem olacağını söyleseydim ne yapardınız? 15 milyon nüfusa erişmiş bir şehirde ne yapılabilir ki? Evlerinizi söküp götürecek haliniz yok ya. Yapılabilecek tek şey, binaların depreme dayanıklı olarak inşa edilmesi ve buna yönelik sıkı hukuksal düzenlemelerin getirilmesidir. Japonya bunun güzel bir örneği.

Binalar rutin olarak teftiş ediliyor. Japonlar, bunun yanı sıra bina yapımında gemi yapımına benzer bir teknik kullanarak çelikleri yüksek ısıyla birbirine yapıştırıyorlar. Bu da binalar için bir çeşit emniyet kemeri işlevi görüyor. Bu niçin önemli? Çünkü binalar deprem sırasında çok hareket eder ve depremleri tehlikeli yapan da budur.

Volkanlar da ayrı bir mesele. Türkiye’deki volkanlar bin yılı aşkın süredir suskun. Yanardağlar bu kadar uzun süren bir uykudan uyanabilir mi?

Volkanlarınızın birçoğu halen etkin. Büyük volkanlar 1.000 ile 100.000 yıl aralıklarla püskürür. Türkiye’nin doğusundaki buna benzer volkanlar, mesela Nemrut halen aktif, bu sebeple volkanları sürekli gözlemlemek bir hayli önemli. Yakın geçmişte Nemrut, bugün olsa 100 bin ile 1 milyon insanı öldürebilecek bir patlama yarattı. Bu sebeple korkulmaması için bir neden yok.

21 Şubat 1942 yılında Cheltenham, İngiltere’de doğan Dan McKenzie, daha çocukken derslerdeki üstün başarısıyla dikkat çekti. Matematik, fizik ve kimya derslerindeki üstünlüğü, onu Cambridge’e taşıdı. Cambridge’te matematik ve fizikle başlayan lisans eğitimini jeofiziğe yoğunlaşarak devam ettiren McKenzie, doktora tezini 1966 yılında manto akımları üzerine yazdı. 1967 yılında yayımlanan levha hareketleriyle ilgili makalesi büyük ses getirdi. Emekliliğine kadar Cambridge’in Yerbilimleri Bölümü için yoğun mesai harcadı. Mars ve Venüs’ün yeryüzü yapılarıyla ilgili NASA ile birlikte çalıştı. Ömrünü jeolojik çalışmalara ve gerçeğin bilgisine adayan birisi olarak bilim dünyasının saygın ödüllerinden Crafoord Ödülü’nün yanı sıra farklı birçok ödül, madalya ve onursal unvanlar aldı.

“Mars’ta yaşam, sanıldığı kadar kolay değil”

NASA ile birlikte Mars ve Venüs’ün orografisi üzerine çalışmalar yürüttünüz. Dünya’daki jeofizik çalışmaları uzay çalışmalarına nasıl ışık tutuyor? Oldukça farklı yüzeysel yapılardan bahsetmiyor muyuz?

Bu üç gezegenin yüzey yapısı da kayalardan oluşuyor. Dolayısıyla Dünya coğrafyası üzerinde neler olup bittiği de uzay çalışmalarında önümüzü açıyor. Buradan yola çıkarak Venüs’teki manto akımlarını ve Mars’taki yüzey hareketlerini gözlemleyebilme şansı buluyoruz.

Sizce Mars’ta yaşam mümkün mü?

Verecek birkaç on-yüz bin dolarınız varsa bu mümkün. Şaka bir yana Mars görevi, Ay’a ayak basmak kadar kolay olmayacak, büyük bir gezegen. Ayrıca yerçekimi ve atmosfer koşulları da işi iyice zorlaştırıyor. Mars’ta yeni bir yaşam kurmak şimdilik mümkün gözükmüyor, en azından ben bunu görebileceğimi sanmıyorum.

Mars’ta yaşamak ister miydiniz?

Ben mi? Kesinlikle hayır! Bu gezegende yaşamaktan memnunum. “Mars’ta yaşamak” fikri beni heyecanlandırmıyor.

Heyecan demişken tüm bilimsel kariyerinizi bir kenara koyacak olursak sizi günlük hayatın stresinden uzaklaştıran bir aktivite var mı?

Bahçe işleri... Bahçemdeki bitkilerle uğraşmayı çok seviyorum.

McKenzie’den “Dünya düzdür” diyenlere cevap

Tekrar akademik kariyerinize dönerek bitirelim. 1966 yılında yazdığınız tezin adı “The Shape of the Earth”. Ve günümüzde “Dünya’nın şeklinin” düz olduğunu iddia edenler var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Kahkahama engel olamadım. Güzel soruydu. İngiltere’deki bir grubu biliyorum. Kendilerine Flat Earth Society (Düz Dünya Derneği) diyorlardı. Ancak kaybolmaya mahkumlardı. Ay’a giden astronotların çektiği fotoğrafı bilirsiniz; Dünya’yı yuvarlak gösteren bir fotoğraf. İşte o fotoğraf, “düz Dünyacıların” sonunu getirdi. Enteresan fikirlere sahip insanları seviyorum ancak “Dünya düzdür” görüşüne sahip olanlara inanmanın imkânı yok.

Çılgın oldukları için mi?

Onlara çılgın bile diyemiyorum. Sadece gözlem ve gerçeğin bilgisinden uzaklar. Benim hayatım gözlem yapmak, hesaplamak ve neden-sonuç ilişkisi kurmaya çalışmakla geçti. Gözlem ve hesaplamalar sonucunda kurduğum neden-sonuç ilişkisi bazen doğru sonuçlar verdi. Ve bunlar beni Dan McKenzie yaptı. Ancak yanlış bulgular elde ettiğim zamanlar da oldu. İşte o anlarda susmasını bildim.

Not: Bu söyleşi, dergimizin 136.sayısında yayımlanmıştır.

Söyleşi: Batuhan Sarıcan[email protected]