Gelecek üzerine tekerlemeler

Doğan Kuban Y
Gelecek üzerine tekerlemeler

Geleceği sorguluyor, ondan ürküyoruz. Tası tarağı toplayıp kaçan zenginler de var. Fakat bu ülkede yetişmiş, onun köşesini bucağını bilen, insanı ile birlikte yetişmiş ve onu yarım yüzyıl yetiştirmiş, ömrünün sonuna gelen biri için geleceği sorgulamak gereğini duymak bile acı vericidir.

Çünkü biz bu toplumun geleceğini kurmak için çalışan kuşağın çocuklarıyız. Fakat yakın tarihe dönüp Doğu Anadolu’da Ruslarla yapılmış savaşın anılarını okursanız, kışın donan onbinlerce Anadolu gencinin, düşüncesiz kararlarla nasıl acımasızca ölüme terkedildiğini öğrenirsiniz. Biz yüzyıllardır cehaletin yönetimindeki İslam toplumlarının Batılı emperyalistler tarafından tehditle, savaşla ve yalanla yönlendirildiği toplumların üyesiyiz. Bu 18. yüzyıldan bu yana değişmiş değil.

Biz sanayileşme aşamasını kaçırmış milyarlar içinde sömürülen toplumlarız. Sömürü, devlet sınırları içinde tanınabilen bir mekanizma değildir. Bunun ortakları New York’la Şanghay arasında, elektromanyetik bir ağın sağladığı iletişim sistemine bağlı kapitalist patronlardır. Kendi ülkelerini de sömürürler. Sovyet sisteminin çökmesinden sonra sayı, üretim ve güç olarak, Çin oldu. Bunlar değişik uygarlık alanları.


Bizim toplumun anlayamadığı, cahil İslam ülkelerinin bu iki odak arasında sömürü pazarı olarak saptanmış olmasıdır. İslam dünyasının Afgan ve İrak savaşından sonra anlaması gereken bu evrensel konjonktür, Batılı kapitalist dünyanın büyük bir maharetle hazırladığı senaryoya göre, sahneye konan, ikinci derece roller Müslümanlara verilmiş oyundur. Türk toplumun yüzyıllardır birikmiş cehaleti bunun farkına varamadı. Oysa bu tiyatro bütün dünyanın dilinde.

Sokağa bakan anlar

Bu durumu anlamak için dünya literatürünü okumak gerekmiyor. Pakistan’dan Libya’ya kadar olan bitenleri anımsamak, İrak ve Suriye’de olan biteni izlemek, ve sokaklarda dolaşan fakir Suriyeli milyonları düşünmek yeterli.

1980’den öncesini anımsamayanlar bile, o bağlamda birkaç olayı babalarından dinlemiş olmalılar. Fakat kurban bütün İslam dünyası olduğuna göre bu çağda devletlerin başına geçenlerin, İslam dünyasının Çin ve Batı arasındaki jeopolitik ve ekonomik konumu bağlamında duyarlı olmaları gerekmez mi? Müslümanların kültürel ve ekonomik geri kalmışlığı dünyanın bildiği sayısal bir gerçek olduğuna göre, dünya ile karşılaştırılınca, bunun sosyal genetik bir geri kalmışlık hastalığı olduğunu düşünmek gerekmez mi? Olimpiyatlarda birinci gelen bir Etyopyalı, ya da Amerika’da Nobel alan bir Türk, ülkelerinin ileri dünya ülkeleri arasında olduğunu iddia edebilirler mi?

Oysa Türkiye’de ne oluyor?

Halkın bir bölümüne sorarsanız, yakında cennet kapısına yaklaşacağız. Diğer bölümü ise kapıyı ne zaman vuracaklar, diye bekliyor. Bu iletişim çağında bu ikilem bir toplumsal anomalidir. Toplumun cahilliği denen olgu, hepimizin gözü önünde olan bir durumu bu denli farklı yorumlamaktır. Bu politik değil, bilgisel ve düşünsel bir sosyal virüs göstergesidir. Bunu toplum kendi kendisine aşılamış olamaz. Türkler aptal bir toplum değil. Kör cehalet bile, bu kadar dünyadan habersiz olmaya olanak vermez.

Osmanlı İmparatorluk tarihi 1453’de başlıyor. Constantinopolis’in fethi ile örtüşür. O yıldan İstanbul’un 1918 işgaline kadar 500 yıl Osmanlı kültürü dünya kültür tarihine bir katkıda bulunmamış. Kültür tarihinde adı olan bir Osmanlı yok. Bir buluş yok, bir keşif yok. İlk Cumhuriyet döneminde olamazdı. Batmış imparatorluğun enkazı, ve 2. Dünya Savaşı’ndan ülkeyi zor kurtardık. (Burada İsmet İnönü’ye büyük bir teşekkür borcumuz var!) Henüz Avrupa’ya öğrenci gönderdiğimiz bir dönemdi. Ondan sonraki dönemde önce hilafet sözleri eden bir başbakan çıktı. Oysa hilafetin Kureyş’de kalması bir Hadis-i Sahihtir. Türkler bunu hiç öğrenmek istemediler. Sonra Amerika. Ağzımıza bir parmak NATO balı çalarak, ordumuzu Kore’ye göndertti. O noktada Cumhuriyetin kurduğu demokrasinin de bir ayağı kırılmıştı.

Müşteri olarak varız sadece

Ordunun 1960 müdahelesi Türkiye’nin gördüğü son demokratik rejim denemesidir. Ülke o zamandan bu yana sallanmaya devam ediyor. Bugüne geldik. Bu dönemde de kültür tarihinde bir Türk adı yok. Son otuz yılda Batıda yayınlanmış sanat, bilim, teknoloji ansiklopedi ve biyografik sözlüklerinde bir tek Türk adı yok! (Coğrafya ve devlet adına göre yapılan yayınlar dışında).

Türkler bu alanların dışında yaşamıyorlar, ama sadece müşteri olarak varlar. Örneğin 1988’de yayımlanmış (Oxford Companion to Twentieth Century Art) adlı bibliografik sözlükte Türk adı yok. Komünistler, Çinliler, dinsizler var. Bu 1000 yıllık bir boşluktur. Bir tesadüf müdür? Dünya bizim sanatçılarımızı neden dışlıyor? Bu boşluk bilim, matematik ve felsefede de var.

Bu boşluk korkutucu

Dünya yazınında bize referans veren beş ad var : İkisi Avrupa tarihi ve coğrafyasıyla ilgili: Constantinopolis. Bosphorus. Öbür üçü Fatih, Mustafa Kemal ve Barbar Türkler.

Bu boşluk bizi korkutmuyorsa, herhangi bir politik durumun korkutması da anlamsızdır.

Sorun bizi korkutması gereken dünyadan ve onunla oranlı olarak, Türkiye’nin durumundan haberi olmamaktır. Bunun da arkasında 500 yıllık bir bilgi ve üretim boşluğu var.

Bu durumda ülkedeki ‘Evet, Hayır’ mücadelesi, çok kere mizahi ve kesinlikle çok ilkel tavırlar sahneleyerek, bilgi boşluğunun uçurumlaşmış kenarlarında sürüp gidiyor. Bu mücadelenin iç savaşa dönüşeceği korkusu da var.

Aslında mecliste temsil edilen bir toplum grubu ile tanımı zor bir çatışma var. ABD hem bizim hem de Kürtlerin dostu (?) IŞİD sorunu da öyle. Önce kurulmasına ABD’nin desteği ile hizmet ettiğimiz söylendi. Sonra ABD onları bombalamamızı istemiş. Biz de onu yaptık. Sonra bu bağlamda Rusya ile kanka olduk.

Bir toplum bu çelişkilerle yaşayabiliyorsa, orada bir kültürden söz edilemez. Tümel bir cehalet söz konusudur. Bu arakesitte toplumun uyanmış olanlarının kör olanların gözlerini açması gerekir. Bu bağlamda halka ulaşamadan, politik tartışma anlamsızdır. Sorun cahil halk hakemliğinde demokratik oy sorunu olarak görülüp (evet-hayır) tartışmasına indirgenirse bunu halka daha kolay ulaşan iktidar yanlıları, hayır-şeytan eşdeşliğine döndürürler.

Cahillik, aptallık demek değil

Halk ne kadar cahil olursa olsun aptal değildir. Carlo Cipolla aptal oranının, psikolojik araştırmalara göre, toplumun her katına homojen olarak dağılmış %2 oranında olduğunu söylüyordu. Halk cahil temelli saftır. Bu gruba da etki yapmak zor olabilir. Fakat gerçeği anlatabilmek politik ve içeriksiz bir zorlama olur.

Sevgili okuyucular,

Giderek demokrasiden uzaklaşmış devletler güncel ve ekonomik yaşamın kayalarına çarptıkları zaman göçerler. İstanbul’un işgali böyle bir işaretti. Anlamadılar. Dünyanın ekonomimizi az gelişmiş bir pazar olarak algılamasının onur kırıcı olduğunu az eğitimli toplum katlarına anlatmak gerek!

Aydınların görevi, topluma bu evrensel gerçeği duyurabilmektir.

Doğan Kuban


Bu yazı HBT'nin 66. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban