Kadının özgürlüğü (Emancipation)

Doğan Kuban Y
Kadının özgürlüğü (Emancipation)

1943’te Yüksek Mühendis Mektebi’ne giren çoğu Anadolu’dan gelen lise mezunlarının öğrendikleri bu Fransızca sözcük, Osmanlı çağında olmayan bir toplumsal özellik olarak çok ilgimizi çekmişti. O yıllarda, Cumhuriyeti anlamaya ve yaşamaya başladığımız dönemde, kadının özgürlüğü, rejimin temel ilkelerinden biri idi.

Kadın demek toplum nüfusunun yarısı demekti. Kadının özgürlüğü insanların tümünün özgürlüğü düşüncesine eşit önemde bir çağdaş insanlık kavramıdır. Toplum ilk kez içine doya doya bir nefes çekiyordu.

Anadolu’dan gelen gençlerin toplumsal yaşamlarında, doğdukları yörelerden çok farklı olarak, kendileri ile eşit haklara sahip kadın ve kızların yoğunlaşması, genç üniversiteliler için en ilgi çekici ve kuşkusuz heyecanlandırıcı bir çevre algısıydı. Dünyayı, Batılı uygar toplumlardaki gibi, kadınlarla paylaşmaya başlamışlardı. 1986’da Suudi Arabistan’da bir süre yaşadığım zaman, kendimi bir hapishanede gibi hissediyordum. Şimdilerde de öyle hapis havası olan yerler var. Fakat genelde Türkiye o karartıcı atmosferi aştı. Gerçi halkı sırtından çekmeye çalışanlar da yok değil.


Başkent Ankara, o zaman sadece 150 000 nüfusuyla, hepsi bir iki caddede toplanmış kadın yoğunluğu ile, Cumhuriyet yaşamının Anadolu’dan farklı bir toplum önerdiğini ve yarattığını bize öğretmişti. Biz Ankara’dan gelenler bunu başkente özgü bir değişim sanıyorduk. Fakat İstanbul Anadolu gencinin gözünü daha çok açan bir kentti. Bu 19. yüzyılda Viyana’da ilk valsler bestelendiğinde, kadınla erkek, kadril ve menüet gibi birbirlerine dokunmadan yapılan eski danslar yerine, birbirlerinin kollarında dans etmeleri türünden bir değişim gibi, kökten bir değişime benziyordu.

Kraliçe Viktorya’nın doğrudan müdahelesi olmasaydı, İngiliz hükümetinin valsi yasaklayacağı söylenir. Gelişememiş İslam toplum kültürünün kalbi kadın-erkek ikileminde atar. Günümüzde bile kalp bu çarpıntısını atlatmış değildir.

En büyük ayrıcalığımız

İyi anımsıyorum. Anadolu gencinin yaşamsal davranışlarını değiştiren olgu, belki de üniversiteye gitmekten çok, kadının toplum yaşamına katılması oldu. Bugün Türkiye’yi İslamın bütün ülkelerinden ayıran ve öne geçiren toplumsal nitelik kadın-erkek eşitliğinin topluma kazandırdığı kadın nüfusu potansiyelidir. Türkiye’yi diğer İslam ülkelerinin kat kat önüne geçiren, kadınların okuması ve çalışmasıdır.

Sokaklarda köylülükten çıkamamış ve bunu giydikleri ile kanıtlamaya çalışan zavallı ezik kadınlarımızın taşıdıkları, ama harekete geçmemiş büyük potansiyeli düşündükçe toplumu buna politik baskı ve beyin yıkamalarla empoze eden ilkel kapitalizmden iğreniyorum. Sömürgeciliği hâlâ sırtımda hissediyor, bundan 70 yıl öncesinin İstanbul’unu, Boğazın esintisini yeniden içime çekercesine, bütün tazeliği ve taşıdığı umutlarla hatırlıyorum.

1940’larda İstanbul’a gelen Anadolulu gençler için Cumhuriyetin getirdiği en büyük değişiklik, İstanbul sokaklarında, o zaman bize hayal gibi gelen, kadın yoğunluğu idi. Yüksek Mühendis Mektebi (sonradan Teknik Üniversite) öğrencilerinin gezmeye çıktıkları Beyoğlu, kentin en liberal ve Avrupa sayılan bölgesiydi. Sokaklardaki kadın sayısı, Anadolu gençleri için şok etkisi yapacak kadar yoğundu.

Her nedense aramızda moda olan ‘Emancipation’ sözcüğü, bizim için kadının özgürlüğünden çok sokaklardaki kadın yoğunluğu anlamına geliyordu. Aradan geçen 70 yıl içinde, Anadolu’dan 1980’den sonra büyük kentlere gelenler için, özgürlük hâlâ kadına lütfen verilen bir özel statü sanılıyor. Bunun sonucu da toplumun geri kalmış görüntüsü ve davranışlarında sırıtıyor. Burada bir küçük öykü anlatmam gerek!

Tekme atan kadın

Bir gün Taksim meydanında, ilgimizi çeken genç ve güzel bir kadın gördük. İçimizden biri kadına bir laf atmak cesaretini gösterdi. Kadın ona dönerek bir tekme attı, çantasıyla da kafasına vurmak istedi. Şans eseri bunlardan kurtulan arkadaş, sus pus olup yanımıza kaçtı. İçimizden birisi, ‘işte kadının emancipation’u dedi. Bizim için bir Müslüman kadının tekme atması, hele bunu bir erkeğe yapması, akıl alacak bir davranış değildi. Uzun süre ‘emancipation’ sözcüğünü tekme atan kadının imgesinden ayıramadık.

Aradan yıllar geçtikten sonra tekme atmak ile özgürleşme arasında bir ilişki olmadığını öğrendik. Türkiye modern ve demokrat olmuştu. Sokakta tekme atanlar da Meclis’e girmişlerdi. Fakat bu da otomobil ve telefon sahibi olmak gibi, uygar yaşamla ilgisi olmayan bir sapma idi.

Bu ve buna benzer kaba ve bilgi yoksulu davranışlar, Osmanlı döneminin ülkeyi 500 yıllık bir uygarlık birikiminden yoksun bırakmasının hâlâ yaşama yansıyan gösterileridir. Devam etmeleri de ürkütücüdür.

Onun için ülke de kafasını taştan taşa vuruyor. Kimi gelişmemiş insanlara göre, yakında herkes cennetlik olacak. Böyle saçma sapan düşünceleri dile getirenleri işitince yaşlı, çok okumamış teyzem, ağzından çıkan sözü kulağı duymayan bu budalalar için, ‘Fesüphanallah!’ (Allah-ı her yanlış sözden tenzih ederim!) yani bugün insanların anlayacağı dille, ‘bu saçmaları Allah’ın söylemediğine inanırım!’ derdi. Günümüz yobazları Osmanlıca bilmez. Bit pazarı Arapçası konuşmaya çalışırlar.

Batı ve özgürlüğümüz

Sevgili okuyucular,

Türkiye’de bir özgürlük çağı geçirdik. Hâlâ o sayede yaşıyoruz. Fakat bu, Batılı emperyalistlerın ayakları arasına konan bir taş gibiydi. Bizim yeni pişirdiğimiz aşın tenceresini oradan oraya taşırken devirdiler. Pişmiş aş yerlere yayıldı. Şimdi kapaksız boş bir tencere var. Önce tencerenin boş olduğunu görmek gerek!

Uluslararası emperyalizmin aç ve cahil toplumları doyuruyormuş gibi görünmesini sağlamak için, yeni kavram icat ettiler. Şimdi ne dediklerini bilmiyorum ama, ‘Demokrasi sözcüğü içersin de, ne anlama gelirse gelsin!’ diyorlar. Ama tencerenin kapağının bulunmasını istemiyorlar. Mehmet Akif’in Safahat’ında ‘Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar!’ budur.

Küfretmek, yalan söylemek, insanların birbirlerinden nefret etmelerine neden olmak, birbirlerine düşürmek; şiddet, zorbalık, sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada, uygarlık kavramı ile ilgili olmayan ilkel yaşam artığı davranışlardır. Halk meclislerinde yapılırsa bunun hangi sözcükle ifade edildiğini daha öğrenemedik.

Namuslu insanları öğrenelim

Sevgili okuyucular,

Mehmet Akif inançlı bir Türk vatanperveriydi. Bugün 50-60 yaşında olanlar onu okuyup anlamakta zorluk çekerler. Fakat bizim babalarımız ve son Osmanlı dediğimiz gerçekten dindar ve namuslu adamlar, hiçbir şey söylememiş olsalar bile, namuslu insanların nasıl olması gerektiğini söyleyip yazdılar. Bu bir Mehmet Akif olabilir, Tevfik Fikret de olabilir. Başkaları da olabilir. Gerçi bizim toplum verimli bir ‘cahil bostanına’ benzer. Fakat vatanseveri, namuslusu ve yalan söylemeyeni de vardı, şimdi de çok var.

Annemin ve babamın söz ettiği, namuslu kuşakları anmak, yazdıklarını ara sıra okumak gerek!

Mehmet Akif ‘Durmayalım!’ adlı şiirinde ‘İnsanlar coşkun bir nehir gibi, geleceğe akarlar’ der.

Akif’in 20 milyonundan bugünün 80 milyonuna yaşam akmaya devam ediyor.

Doğan Kuban

Bu yazı HBT'nin 77. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban