Uygarlık özgür olmakla başlar, ya da olmaz!

Doğan Kuban
Uygarlık özgür olmakla başlar, ya da olmaz!

Winston Churchill İngiltere’yi Doğu’dan ayıran uygarlığı şöyle tanımlıyordu: “Sivillerin düşüncelerinin egemen olduğu bir toplum. Bu şiddetin, savaşçıların ve despot şefler idaresinin, askeri kışlalar, kamplar ve savaşların, isyan ve zorbalığın yerini, yasaları yapan bir parlamento, o yasaları uzun zaman uygulayan bağımsız mahkemelerin aldığı bir sistemdir. Uygarlık budur. Ve onun toprağında özgürlük, konfor ve kültür gelişir. Eğer bir ülkede uygarlık varsa, halk için daha rahat ve baskısız bir yaşam olur .”

Churchill, temel öğeleri yasa yapan bir parlamentosu ve bağımsız yargısı olan sistemi, demokrasinin temeli olarak tanımlar. Halk ancak öyle bir toplumda özgürdür. Bu bir İngiliz politikacısının savaş ortamında dile getirdiği, en eski ve gelişmiş örneğini İngiliz tarihinde bulan, parlamento- bağımsız mahkeme -özgürlük kavramlarını yan yana getiren bir çekirdek demokrasi tanımıdır.

Bugün bundan daha azına demokrasi denmiyor. Türkiye’de demokrasi, demokratik sözcüklerini geveleyen bütün sözler içeriksiz tekerlemelerdir. Eskiden ‘diline pelesenk olmuş’ denirdi. Pelesenk (Arapça) bir tür reçinedir. yapışkan anlamına kullanılır. Bu yapışkan tekerleme cehalet ve yalan ifadesidir.


Sevgili okuyucular,

Burada dikkat edilecek bir nokta var: Churchill Asyalı despotlara, savaşçılara özgü zorba davranışları vurgularken, İngiliz sivil idarelerinin ordu yardımıyla sömürgelerde uyguladıkları zorbalıkları anımsamaz. O insanlar ‘Ötekiler’dir. Onlar zaten özgür değildir, demokrat da olamazlar. Çünkü demokrasi Batı toplumları için uygarlık anlamına gelir. Bu eşdeğerlilik bizim gibi toplumları uygarlık dairesi dışına çıkarır.

Günümüzde dünyaya ‘benim dışımda’ diye bakan bir düşünce geçerli değildir. Batılılar bu bağlamda, kendi aralarındaki kavgalar bittiği zaman, dünya tarihine olumlu bir katkıda bulunmuşlardır. Kendi toplumları için istedikleri hakları bütün insanlık için de istemiş ve savunmuşlardır. Uluslararası kurumlar, kurallar, mahkemeler egemen batılı ülkelerin tarihlerinden kaynaklanan ilkelerle kurulmuştur.

Churchill’in anlattığı da budur. Bizim gibi ülkeleri de o kurumlara üye yapmışlardır. Türkiye’nin bugün kırıp döktüğü şeyler uluslararası kabul görmüş ilkelerdir. Uygarlık sıfatı bu noktada ortaya çıkıyor, bizi uygar toplum kervanından dışarı çıkarıyor. Bağımsız bir bilgi kaynağının varlığı, bu bağlamda topluma uygarlık kimliği kazandıran bir olgudur. Kıt okur, kıt yazar ve kıt düşünür toplumun, kıt haber veren, filtreli basınımızdan öğrendiği tek şey eski deyimi ile ‘malayani’dir. Bu Arapça ‘anlamsız, boş şey’ anlamına gelir. Yani bir Osmanlı mirasıdır. Halk dünyayı yarım yamalak öğrendiği gibi, dünyanın kendi hakkında ne düşündüğünü öğrenemiyor. Türkiye ve Türkler birinci sınıf dünya vatandaşı muamelesi görüyorlar. Yüzyıllardır süren ulusal küçüklük kompleksinin nedeni bu horlanmadır.

Toplum hırsızdan yana değil

Uygarlık yokluğu bağlamında, toplumun bu bilgisizliği giderilmeli. İnsan özgürlüğü düşüncesi eski Yunan uygarlığında Demos (=halk) ve Cratia (=idare) sözcüklerinden türeyen halk idaresi anlamına bağlanır. Bunu bilmeyen kalmadı. Ama bizim toplumun sağır kesimine ulaşamıyor. ‘Özel kıl’ olanlar, soygunu desteklediklerini söylüyorlarmış! Anadolu’da yaşadım. Askerlerle, köylülerle büyüdüm. Türk toplumunun hırsızdan yana olduğu yalandır. Ne fakir, ne de dindar hırsızdan yana olmaz.

Asıl sorun, toplumun asıl gücün kendinde olduğunu öğrenememesidir. Hâlâ seçimle padişah seçtiğini sananlar olsa gerek. Önce özgürlük isteyen bir halk olacak. Sonra kendi hakkında kararları verecek bir idari araç. Herkesin anlayacağı bir tanımlama. Bunları anlamayacak kadar aptal bir halk olduğumuzu sanmıyorum. Fakat bu bilginin halka ulaştırılmasında bir kopukluk var. Nedeni fakirlik olabilir. Sadece midelerinin ve cinsel açlığın doymasıyla yetinen insanların, yaşamlarını yönlendirmek gibi bir istekleri gelişmiyor. Özgürlük, ahlak ve adalet gibi kavramlar, biyolojik yaşamın parçaları değildir. Biyolojik yaşam, insanın hayvandan yana olan tarafıdır.

Fakat tarihin bu aşamasında tesadüfi bir cahil kalmadan söz edemeyiz. Suçun sömürücüde olduğu bir ölçüde doğrudur. Emperyalizm fakir toplumları geri bıraktıran güçtür. Ne var ki sömürücüler kendi aramızdan, köyümüzden, mahallemizden de çıkıyor. Petrolcü şeyhler Batılı sömürgenlerle ortak değiller mi? Bu bağlamda dünyanın Binbir gece masalları kadar zengin güncel hikayeleri var.

Özgürlük ve eşitlik ve orta direk

Batılı toplumlar demokrasi ve özgürlük peşinde, ama bunu ‘Ötekiler’ için her zaman istemiyor. Dünyanın sorunu da bu. Bazıları bazılarından daha özgür. Dünyada eşitlik özgürlükle birlikte dağılmazsa o zaman özgürlük olamıyor. Onun için Fransız devrimcileri ‘liberté (özgürlük) ile birlikte ‘égalité (eşitlik)’ istiyorlar, bunun gerçekleşmesi için de ahlaki bir koşul arıyorlardı: ‘Fraternité’ (kardeşlik). Olamadı. İnsanın biyolojik yapısı olanak vermiyor. Bugünkü iletişim ortamında sömürülmeğe izin vermek ve bunun farkına varmamak budalalık işaretidir. Fakat çağdaş iletişim, bir budalalık hapı olarak cahil toplum piyasalarına sürüldü. Sahibi esir alınmış bir medya. Cehaleti besleyen bu durağanlığa her türlü kötülük yaslanabilir.

Bunu aşacak olan sadece halktır. Peki, hangi halk? Politika sözlüğünde ‘Orta Direk’ diye bir terim var. Bu toplumun bilinçli, sosyal dayanışma sağlayan çekirdeği anlamına kullanılıyor. Dünyadan bir ölçüde haberi olan, ülkeyi sahiplenen, toplumun ulusal bilinç ve vatanseverliği ile özdeşleşen, fakat ekonomik bir sınıf oluşturmayan bir toplum kesimi.

Bugün buna, kanımca, aynı doğada olmasa bile, yeni bir bileşen katıldı. Şimdiye kadar umut etmediğimiz kadar bilinçli çağdaş gençlik. Onlar orta direk mensuplarıyla ayni özellikleri taşımıyor olabilirler. Ama ülkeye sahip çıkmaları, özgürlük istekleri aynı. Enerji ve dinamizmleri daha fazla. Toplumun kentlere aktıktan sonra oluşan, fakat yeterince bilinmeyen yeni bir yapılanması var: Toplumu geleceğe hazırlayan bu yeni bilinçlenen sınıf bir politik ideolojinin, ya da ekonomik yapının tanımladığı bir sınıf değil. Bunlara bir ad takmak istenirse, ‘Çağdaş Dünyaya Ortak olmak İsteyenler’ diyebiliriz. Onları motive eden tek şey çağdaş dünyanın ürettikleri.

Bu süreçte ilginç olan, yandaş medya denen gazete ve televizyonların bu bağlamda olağanüstü katkıları. Hükümetin emirlerini yerine getiriyorlar. Ama çağdaş dünyayı da kalabalıklara onlar tanıtıyor. Politikacılar ve kamuoyunu yönettiklerini sananlar, halka sundukları dünya manzarasının onları ne kadar değiştirdiğini anlamıyorlar. Oysa televizyon ekranları ve gazete reklamları ‘Gezi’ci yetiştiriyor. Cahil halkı uyandırıyor. Cahilin beyni gözüdür. Çağdaşlık, okumamış toplum için, gördüğü şeydir. Gökdelenleri kim yapıyor? Alışveriş merkezlerini kim açıyor? Vitrinleri kim süslüyor? Okullardan sanat öğretimini kaldıranlar, heykelleri yıkanlar, duvarlara kat yüksekliğinde portrelerini asarlarsa bu İslam’ın sanata karşı tavrını mı açıklar? Ticaretimiz küreselleşip, ithalatımız, ihracatımızın iki katı olunca gelen eşyalara İslami maske mi takacağız? Otomobillerin üzerine deve resmi mi yapacağız?

Arthur Schopenhauer ‘in ‘irade ve Düşünce Olarak Dünya’ yapıtının dördüncü kitabının başında bir Fransız yazarın şu sözü var: “Bilgi göründüğü zaman arzu da ortaya çıkar!” Bu günlük yaşamda şu anlama gelir: Camide bir saatte yarısı Arapça hutbede öğrendiğiniz bilginin on katını, bir alışveriş merkezini vitrinleri önünde on dakikada öğrenir, ve sahip olmak istersiniz.

Doğan Kuban

Doğan Kuban'ın anısına saygıyla. Bu yazı HBT'nin 193. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban