Soğuk Savaş araçlarının yeniden ortaya çıkışı: 3. nükleer çağ Ukrayna’dan başlıyor

Öne Çıkanlar Toplum
Soğuk Savaş araçlarının yeniden ortaya çıkışı: 3. nükleer çağ Ukrayna’dan başlıyor

Cevabının tonu – kuru, hatta bıkkın – kimsenin gözünden kaçmadı. "Kendinizi kandırmayın! Ukrayna'ya taarruz teçhizatı, uçakları ve tankları göndereceğimiz fikri… Ne isterseniz diyebilirsiniz, ama bunun adı 3. dünya savaşı.

11 Mart 2022'de, Bay Joseph Biden, ABD'nin çatışmaya daha doğrudan dahil edilmesi çağrısında bulunan seçilmiş yetkililerin ve uzmanların önerilerini şiddetle reddederek, Washington ile Moskova arasında doğrudan bir geleneksel muhalefetin kapısını kapattı. Amerikan başkanı, ayrıca, olası bir şiddetlenmeyi, ancak Rus taarruzunun Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) üyelerinden birinin topraklarına uzanması halinde düşünebileceğini ifade etti.

Böylece,  kutsal alan addedilen Atlantik İttifakı'nın alanı ile, özel bir jeostratejik kategoriye giren Ukrayna bölgesi arasında bir ayırım yapılmış oldu. Washington'a göre bu ayırım, sahada mücadele eden aktörler arasındaki güç dengesinin ayrıntılı bir şekilde anlaşılmasını sağlayacak; Ukrayna'nın açık destekçilerinin operasyona dahil olma derecelerini kontrolünü kolaylaştıracak (özellikle de Kiev yararına yürütülen silah transferlerinin doğasıyla ilgili olarak) ve hepsinden önemlisi, Rus iradesinin sınırlarının sürekli olarak yeniden değerlendirilmesi zorunluluğunu getirecek.  Nihai bir hedef olarak ise, hem Ruslar hem de Ukraynalılar için kabul edilebilir bir müzakare kapısı yaratma olasılığı sağlayacak.


Kimileri, Amerika’nın bu temkinli yaklaşımını, 24 Şubat 2022'de Vladimir Putin'in söylediği sözlere atıfta bulunarak şöyle açıklıyor: “Kim yolumuza çıkmaya çalışır ya da (...) ülkemiz ve halkımız için tehdit oluşturmaya yeltenirse, Rusya'nın derhal yanıt vereceğini ve sonuçların tüm tarihlerinde görmediği gibi olacağını bilsin”. Rus nükleer kuvvetlerinin alarm seviyesindeki artış (“özel bir savaş alarm rejimi”) eşliğinde sarf edilen bu sözler şantaj kategorisine giriyor. Ve bu nedenle ABD Başkanı'nın tepkisinin,  bir geri adım olduğu yargısına götürebilir. Daha 27 Ocak gibi erken bir tarihte New York Times'ta neo-muhafazakar köşe yazarı Bret Stephens, "özgür dünya" kavramının yenilenmesi çağrısında bulunarak şu uyarıyı yaptı: "Saldırganın başarısı, sonuçta kurbanının psikolojik teslimiyetine bağlıdır."

Gerçekten de, sınırlarının ve ulusal varlıklarının dokunulmazlığını, müttefiklerinin yardımıyla savunmaya çalışanlar açısından,  "kabul edilebilir" saldırganlık düzeyinin ne olduğunu belirlemenin  kimin denetiminde olması gerektiği  sorusu sorulabilir. Bu açıklama, örneğin 1990'da Irak tarafından işgal edilen Kuveyt örneğinde olduğu gibi, geçmişteki diğer uluslararası krizler için de kesinlikle uygulanabilir. Sorun şu ki, otuz yıl sonra, saldırıya uğrayan bölge, karşılaştırılamayacak boyutlarda olan bir Ukrayna bölgesi, ve saldırgan Rusya da, Saddam Hüseyin'inkinden farklı nitelikte stratejik argümanlara sahip bir ülke.

Beyaz Saray ve Kremlin arasındaki mevcut ilişkilerin zorluklarını ve ayrıca Joseph Biden'ın kendi kimi yurttaş veya müttefiklerinin maksimalizmine duyduğu rahatsızlığı anlamak için, belki de şu diğer bir eski ifadeyi hatırlamak gerekecek. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, 2018'de Rus nükleer doktrininin "nükleer silah kullanma olasılığını açıkça iki savunma senaryosu ile sınırlandırdığını" belirtmişti:  Bu iki senaryodan biri Rusya'ya ve/veya müttefiklerine nükleer silah veya herhangi bir kitle imha silahı yoluyla saldırıya yanıt.  İkincisi ise nükleer olmayan, ancak Rusya'nın hayatta kalması tehdit altında olduğu bir durum söz konusu ise...

Nükleer doktrinler yorumlanmak için yapılır. Rusya konusunda uzman  stratejistler arasında bu tür doktriner hatırlatmaların doğru okunması konusunda uzun süredir tartışmalar sürüyor. 11 Mart'ta, iki ayda bir yayınlanan Foreign Affairs'de, sivil toplum örgütü International Crisis Group'un (ICG) Avrupa ve Orta Asya programı direktörü Olga Oliker, Putin'in 'özel bir savaş hizmet rejimi' ifadesini,  “daha önce kullanılmamasına rağmen, Rusya'nın nükleer duruşunda ciddi bir değişikliğin işareti gibi görünmüyor" diye yorumluyor.

Ancak, en azından algısal olarak, 2018'de Lavrov tarafından telaffuz edilen  -“eğer Rusya'nın bekası tehdit altındaysa” sözleri ve ikinci senaryonun   tetikleyebilecekleri ,  mevcut krizde göz ardı edilemez. Burada bilinmesi gereken, Rus liderlerin gerçekten Ukrayna devletinin stratejik statüsünü ve dolayısıyla nihai NATO üyeliğini hayati bir sorun olarak görüp görmedikleri?  Eğer cevap olumluysa, bu;  her türlü biçimsel mantığa, her türlü politik akla karşı, NATO Atlantikçiliğine cephe almanın hatta Moskova'nın uluslararası statüsüne onarılamaz bir şekilde zarar verme pahasına cephe almanın nedenlerini açıklayabilir.  Rusya’nın yöneticileri komşularına tek taraflı saldırmayı mantıklı bulmuş olabilirler. Ayrıca devam eden bu çatışmadan diğer devletleri oyun dışı bırakmanın bir yolu olarak kriz diplomasilerinin cilasız “nükleerleşmesini” tercih etmiş olabilirler.

Rusya'nın hareket özgürlüğünü en üst düzeye çıkarmak için Batı'nın zayıflıklarından ve tereddütlerinden yararlanan alaycı bir manevra olabilir mi? Eski İngiltere Başbakanı Antony Blair, kendi sitesinde şunu soruyor: “[Putin'e] önden (…) askeri olarak ne yaparsa yapsın, herhangi bir askeri müdahaleyi dışladığımızı söylemek makul mü? Belki pozisyonumuz budur ve belki  doğru olan pozisyon da budur, ancak sürekli olarak buna işaret etmek ve kafasındaki şüpheyi ortadan kaldırmak, garip bir taktik.” Bununla birlikte, manevra kabiliyeti boyutu barizse, o zaman - gelecekteki olayların sorumluluğunu şimdiden üstlenerek – kim,  daha bugünden, ‘başarılı bir saldırgan kutsallaştırma şeklinde’ hedeflerine ulaşan bu alaycı Rus taktiğinin ne derecede kristalize hayal kırıklıklarıyla beslenmiş stratejik bir inanca karıştığını ifade edebilir? Şayet ola ki bu takıntılı Rus sendromu Ukrayna'daki Batılılar tarafından önden “test edilmiş olsa” bile  , bu karışımın patlayıcılığını hafife almalı mıyız?

Bu soruları Biden'dan çok önce başkaları da kendi kendilerine sordular. Küba Füze Krizi'nin ilk günlerinde personelinin "sert çizgisi" ile karşı karşıya kalan John F. Kennedy, Ekim 1962’de, bu kritik anın karar verme risklerini, salt askeri terimlerle değil, öncelikli olarak algısal şekilde sentezledi. Krizin dördüncü gününde, “Excomm” (Milli Güvenlik Kurulu Yürütme Kurulu) toplantısı daha yeni başlamıştı. Genç başkan söze “Öncelikle” diye başladı: “benim açımdan (… )  problemin mahiyetini belirteyim. (…) Her şeyden önce kendimize Rusların neden böyle davrandığını sormalıyız”. Uluslararası ilişkiler tarihindeki bu önemli anın ‘gizliliği kaldırılmış arşivleri’, Kennedy’nin daha sonra bir abluka çözümünü, Nikita Kruşçev'e bir çıkış yolu bırakıyor olmanın önemini, Amerikan’ın uluslararası güvenilirliğini korurken nükleer aşırılıklardan kaçınma ihtiyacını hatırlattığını gösteriyor.  ABD Hava Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı General Curtis LeMay,  sert bir ifade ile, "bu abluka ve bu siyasi eylem savaşa yol açar" yanıtını verdi. Ve  "Neredeyse Münih'ten önceki yatıştırma [Editörün notu: Üçüncü Alman Reich ile ilgili yatıştırma politikası] kadar olumsuz" diye ekledi. Değişim gergin, agresif oldu. Kennedy, generallerine  çok kısa bir teşekkür etti, hepsi de ona “acil askeri harekat tavsiyesinde’ bulundu. Kennedy, ilerleyen günlerde tam tersini yapacaktır.

Tarihçi Martin J. Sherwin, nükleer kriz zamanlarında karşılaştırmalı karar verme süreçlerine ayrılmış yakın tarihli bir kitabında “Yanlıştılar” sonucuna varıyor. Başkan, bu abluka fikrinde ısrar etmeseydi, Genelkurmay'ın tavsiyelerini kabul etseydi ve ExComm danışmanlarının çoğunluğu tarafından takip edilmiş olsaydı, farkında olmadan bir nükleer savaşı hızlandırırdı."

Esas soru, Rusya'nın önceden tasarladığı ve serbest bıraktığı konvansiyonel saldırganlığı “paketlerken” kullandığı nükleer imalarının değeri. Ukrayna Devlet Başkanı Volodymyr Zelensky, Rus mevkidaşının gerçek kararlılığından şüphe ediyor: “Bence nükleer savaş tehdidi bir blöf. Katil olmak başka şeydir, intihar etmek başka bir şey. Nükleer silahların her kullanımı, sadece onları kullanan kişinin değil, tüm tarafların sonu demektir”. Bu konuda  korkak görünme riskini göze alarak, Biden kararını askıya almış görünüyor; Polonyalılar gibi en saldırgan müttefiklerini frenliyor. Ve böylece, çatışma spektrumunun tepesinde Putin’e herhangi bir kaçış olanağı sağlayabilecek fırsat yerine, bazı ülkeler tarafından Rusya'ya karşı kararlaştırılan yıkıcı ekonomik yaptırımların zorlayıcı gücüne dayanmayı tercih ediyor. Mesela öncelikle taktik bir nükleer silah kullanımıyla başlayarak... Rusların elinde bunlardan yaklaşık iki bin adet olduğu tahmin ediliyor.

ABD Başkanı yanılıyor mu? 14 Mart 2022'de CBS kanalında, Kanada ordusu eski genelkurmay başkanı General Hillier, NATO'nun Ukrayna üzerinde uçuşa yasak bölge oluşturması gerektiğini söyledi. Ona göre, Başkan Putin'in nükleer sinyali bir blöf olarak görülmeli. Bu aynı zamanda Temsilciler Meclisi'ndeki Cumhuriyetçi çoğunluk lideri Tom DeLay'in iletişim direktörü John Feehery'nin de görüşü: "Biden'ın Ukrayna konusundaki zayıflığı, Rus işgalini doğurdu (…). Putin, hedeflerine ulaşmak için nükleer bomba kullanmaya hazır olduğunu ima ettiğinde, Biden bizimkileri kullanmayacağımızı söyledi, bu da bana bu silahlara sahip olma amacıyla çelişen bir durum gibi görünüyor. Kullanmayı reddediyorsak, neden onlara sahibiz? ".

Stanford tarihçisi Niall Ferguson bu eleştirileri yineliyor: “Putin nükleer konusunda blöf yapıyor. Geri adım atmamalıydık." Ve  “medyanın bu kadar duygusal ve askeri gerçeklerden habersiz hale gelmesine” teessüf ediyor.

Ama tam olarak hangi askeri “gerçeklerden” bahsediyoruz? Başka bir deyişle, Kennedy'nin de söyleyebileceği gibi, sorunun mahiyeti nedir? Rusya'nın zaten başlamış olan bir silahlı çatışma sırasında nükleer silah kullanma olasılığı. Uzun zamandır uluslararası ilişkiler teorisinin merkezinde yer alan "nükleer tabu" kavramına adanmış bir kitabın yazarı olan Nina Tannenwald, riski çok büyük buluyor ve şu an için Washington tarafından seçilen bekleme stratejisini destekliyor: Amerika Birleşik Devletleri’ne yapılan, Ukrayna'nın tamamı veya bir kısmı üzerinde bir "uçuşa yasak bölge" oluşturma çağrılarına rağmen, Biden yönetimi akıllıca direndi. Pratikte bu, Rus uçaklarının düşürülmesi anlamına gelir.” Vardığı sonuç, Amerikan başkanınınkiyle aynı: “Üçüncü Dünya Savaşı'na yol açabilir”.

Ukrayna'daki silahlı çatışmanın temel  yönleri arasında, nükleer  arka plan aslında en çarpıcı olanı. Sanki uzun zaman önceki Soğuk Savaş'ın modası geçmiş alet kutusuna geri gönderilen nükleer stratejinin sözcük dağarcığı ve temelleri, birdenbire hızlandırılmış yeniden öğrenmeye tabi tutulmuş gibi. Devam eden trajedinin taktiksel-operasyonel ve politik-stratejik boyutlarını birbirine bağlayan potansiyel yıkıcı bağlantılar hakkında farkındalık arttıkça, Batı medyasında ve iktidarlarında eğilim bariz. Savaşın ilk aşamasında bazı uzmanların askeri açıklamalarının yerini daha soğuk analizler aldı. Birçok yönden, tam zamanı. Kharkov , Kabil değil. Özellikle günün nükleer tartışmasındaki endişe verici gelişmeler göz önüne alındığında.

Nispeten yakın bir zamana kadar;  Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana, iki eski süper gücün stratejik cephaneliklerinin ortaklaşa azaltılmasına paralel olarak kurulan belirli bir atom ortodoksisi, atom cephaneliğinin bir tür doktrinel çerçeveyle sınırlandırılmasına yol açmıştı: güçleri ve menzilleri nedeniyle sözde “taktik” nükleer silahlar. Oysa 1945'ten 1960'lara kadar, özellikle Avrupa kıtasındaki Amerikan savaş planlarında,  bunlar merkezi bir rol işgal ettiler. O zamanlar, Sovyet geleneksel üstünlüğü karşısında, nükleer gücü, savaş alanında yasaklama aracı olarak sahaya sürme tehdidi söz konusuydu.  Bu, 1954'te, adını o zamanki ABD Dışişleri Bakanı'ndan alan Dulles Doktrini ile ifade edildi: "[ABD] politikası, atom silahlarının geleneksel silahlarmışcasına taktik amaçlarla kullanılmasını içerecektir". Bir yıl sonra, Başkan Dwight Eisenhower "onları kurşun veya başka herhangi bir şeyle aynı şekilde kullanmamak için hiçbir neden görmediğini" söyledi.

Ancak, 1960'lardan itibaren, karşılıklı garantili imhanın ortaya çıkışı, neden oldukları aşırılıklara tırmanma riskleri nedeniyle, taktik nükleer silahları (ANT) olası kullanılabilirliklerinin büyük bir bölümünden kademeli olarak mahrum bırakacaktır. Gitgide, "sınırlı nükleer saldırı" ifadesi tehlikeli bir safsata olarak kabul edilmeye başlandı: her ne kadar bir atom karşı tepkisini "derecelendirerek" ve tırmanma adımlarını kontrol ederek (en ünlüsü Hudson Enstitüsü'nden Herman Kahn olacaktır) bir nükleer savaşı "kazanmanın" mümkün olduğuna ikna olmuş bazı uzmanların argümanları ne olursa olsun,  bir nükleer silah, üstüne üstlük keyfi de bir sınıflandırmayla "taktik" olarak etiketlenmiş olsa bile, gerçekten de potansiyel bir mutlak yıkım beklentisini taşır. Thomas Schelling'in çalışmaları, özellikle The Strategy of Conflict (1960), ardından Strategy and Arms Control (1961) bu bilince katkıda bulunur.

Bu açıdan Fransız doktrini, nükleer derecelendirmenin reddini kademeli olarak kendi temel özelliklerinden biri haline getirecektir. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, “tek ve yenilenemez” bir uyarı atışı olasılığını korurken, Şubat 2020'de Fransa'nın “nükleer silahların bir savaş silahı olarak kabul edilebileceğini her zaman reddettiğini” belirtti. Ayrıca Paris'in "asla bir nükleer savaşa veya herhangi bir dereceli tepkiye girmeyeceğini" teyit etti. 2010'lardan önce, bu nitelikteki doktriner bir konumun, cephanelik (Fransız tarafında 300'den az kafa) açısından "katı bir yeterlilik" ile birleştiğinde, atom silahına sahip diğer aktörlerin de katılacağı öngörülebilirdi. Ve (Pakistan gibi) bazı özel vakaların dışında, taktik nükleer silahların “askeri ve siyasi planlamanın yanı sıra retoriğin arka planına çekilmiş olduğu” söylenebilir.

Ancak, yaklaşık on yıl önce bir ters eğilim yer aldı. Gerçekten de stratejik çalışmalar dünyasında “nükleer zafer teorileri” denen şeyin geri dönüşüne tanık oluyoruz. Mevcut temsilcilerinin inançları eski düşüncelere dayanıyor. Örneğin, 1957'de Harvard'da profesör olan Henry Kissinger'ın, Nükleer Silahlar ve Dış Politika'da, bir mutlak yıkım tehdidinin Amerika'nın üzerine ağır bastığı andan itibaren Avrupa'ya uzanan Amerikan caydırıcılığının alaka düzeyi hakkında merak ettikleri gibi. "Mutlak savaş olgusunun büyük bir caydırıcı kriter olması fikrine dayanarak," diye yazmıştı, "ittifak sistemimizi iki şekilde baltalıyoruz: ya müttefiklerimiz, herhangi bir askeri çabanın yararsız olduğuna ya da kapitülasyon durumunda bile barışın savaştan daha iyi olduğu fikrine inanıyorlar (…) Modern silahların yıkıcı kapasitesi hakkında daha çok bilgi sahibi oldukça, ne Birleşik Devletler'in ve hatta ne de Birleşik Krallık'ın, önemi ne kadar büyük olursa olsun bir bölgeyi düşmana terketmemek için intihar etmeye hazır olduklarını söylemek git gide daha az mantıklı gözükmektedir”.

Önerilen çözümlerden biri, Amerikan karar vericilerine bir Armagedon ile savaşsız bir yenilgi arasında ara seçenekler sunmak için, taktik nükleer silahları müttefik topraklara uzanan caydırıcı diyalektiğe yeniden entegre etmekti. Küresel caydırıcılık, böylece, bir ya da diğer büyük düşmanın hayati çıkarlarının temeli  vurulmadan,  sonucunda da aşırılıkların tırmanışına yol açılmadan,  kıyamet altı bir caydırıcı diyalogu doğurması beklenen ek “tırmanma kademeleri” yaratılarak “restore edildi”. 1970'lerdeki birçok doktrinel gelişme, özellikle Colin Gray'in 1979'da yeniden moda olan ve açıkça "Nükleer Strateji: Bir Zafer Teorisi Örneği" başlıklı makalesindekiler gibi, bu mantığı daha radikal bir şekilde derinleştirecektir.

2022'de, nükleer zaferin yeni teorisyenleri de, aşırı katı bir caydırıcılık vizyonunun yol açacağı “felç”i reddediyorlar. Stratejik inançları, Trump yönetiminin 2018'de yayınlanan Nükleer Duruş İncelemesi ile bir tür yarı resmileşme durumu yaşadı. Bu teorilerin Rus tarafında etkisi nedir? Kremlin, sürekli bir operasyonel eylemin parçası olarak,  nükleer ve konvansiyonel caydırıcı güçler arasında bir kafa karışıklığını mı  seçti? Her ne olursa olsun, gücü az veya çok azaltılmış  ("düşük verimli veya ultra düşük verimli ") silahlar aracılığıyla nükleer enerjinin "taktiksel" şekliyle olası kullanım ihtimalini savunan taraflar, her şeyden önce hibrit strateji taraftarlarına karşı koyma ihtiyacı üzerine parmak basıyorlar. Bir oldubitti mantığının cazibesine kapılan korsan Devletler, en azından nükleer silahlarla donatılmış Güç Devletlerinin, kendi ulusal sığınaklarını içermeyen bir krizle karşı karşıya kaldıklarında, "büyük riskten kaçınma" üzerine giderek daha fazla bahse gireceklerdir.

Burada, herhangi bir genişletilmiş nükleer caydırıcının özündeki kusurlarla ilgili 1957 Kissinger'daki gelişmelerin tüm güncelliğini görüyoruz. Bununla birlikte, atom silahlarıyla donatılmamış stratejik bir korsanın her zaman yararlanabileceği beklenmedik etki, nükleer caydırıcılığa sahip bir saldırgan için iki kat daha fazla olacaktır. Kısacası, korsan devlet gibi davranan bir güç devleti. Bugün Ukrayna'daki Rus manevrası tam da bunu gösteriyor. Olası bir nükleer tırmanışa yol açabilecek orantısız bir Batı yanıtıyla ilintili tereddütlere, Hiroşima ve Nagazaki'den bu yana ilk kez nükleer silah kullanma "tabu"sunu çiğneyerek –  saldırganın veya da saldırıya uğrayanın - tarihin nezdinde üstleneceği sorumluluk ekleniyor. Olga Oliker, "Bu ihtiyat ve tavizler duygusal tatmin getirmeyebilir” diye itiraf ediyor. NATO kuvvetlerinin Ukrayna'ya doğrudan yardım  tekliflerinde ilkel bir çekicilik var. Ancak bu öneriler, savaşın daha büyük, potansiyel olarak nükleer bir çatışmaya dönüşme riskini büyük ölçüde artıracaktır. Batılı liderler bu nedenle onları hemen reddetmeli. Başka hiçbir şey daha tehlikeli olamaz”.

Son on yılda çeşitli kriz olaylarıyla kendini ilan eden 3. nükleer çağ, Ukrayna'da gerçek anlamda başlamıştır. 2018 yılında, Fransız Donanması'nın şu anki Genelkurmay Başkanı Amiral Pierre Vandier, Rus saldırganlığının sonucunda endişe verici bir şekilde şekillenen bu stratejik dönem değişikliğinin tanımını şu şekilde belirlemişti: Birçok gösterge, yeni bir çağa girdiğimize işaret ediyor, iki Büyük Güç arasındaki karşılıklı caydırıcılığa dayanan birincisinden ve sonrasında Soğuk Savaş sonrasında nükleer silahların tamamen ve kesin olarak ortadan kaldırılması umudunu getiren ikincisinden sonra gelen bir "üçüncü nükleer çağ".  “Küba krizi sırasında olduğu gibi acı içinde öğrenilen mantıksal kuralların (…)” sağlamlığı – ve geçerliliği – hakkında yeni soruların ortaya çıkacağı üçüncü bir çağ; Yeni aktörlerin sahip oldukları nükleer araçların uygulanmasındaki rasyonelliğin sorgulanacağı bir çağ. Şimdilerde bazılarının totem gibi onu sallamasından dolayı, nükleer "tabu"nun değerinin eleştirel olarak takdir edileceği bir çağ.

"Onları kullanmayı reddediyorsak, neden bizde var?” Bu ve bunun gibi ifadeleri okumak, Albert Einstein'ın 1964'teki ünlü alaycı ifadesinin hala geçerli olduğunu düşündürebilir. "Atomun zincirlerinden kurtulmuş gücü”  diye içini çekti Einstein, “düşünce tarzımız dışında her şeyi değiştirdi". Ancak, o sırada Einstein zaten yanılmıştı. Caydırıcı diyalogun dengelerini ve dengesizliklerini aydınlatmaya yoğunlaşan katkılar, devasa miktarlarda hızla yazılmıştır. Kabul etmek gerekir ki, bazen abuk sabuk mantıklı sonuçlara yol açarak, bu teorik ve tarihsel literatürün şu anki yararlılığı çokça istikrarsız olmuştur,. Bununla birlikte, bu düzensiz kütleden hala Ukrayna nükleer krizinin eleştirel anlayışını aydınlatan analizler ortaya çıkıyor.

Bu çalışmalardan biri özellikle Üçüncü Atom Çağı koşullarında nükleer zafer teorilerinin geri dönüşüyle ​​ilgili meydan okumalarla ilgili. 9 Aralık 2021'de vefat eden, uluslararası ilişkilere uygulanan politik psikolojinin öncüsü, Columbia'da profesör olan Robert Jervis, kendini, “her aktörün kendi eylemlerini savunma olarak ve rakibininkini ise ‘doğal olarak’ saldırgan olarak görmesine neden olan güvenlik ikileminden kurtulmanın mümkün olduğunu ispatlamaya” adadı. Ona göre, bu çarpıklıktan kaynaklanan güvensizlik sarmalının kırılması, düşmanın cephaneliğinde saldırı araçlarını savunma araçlarından ayırt edebilmeyi mümkün kılan sinyal alışverişini geliştirmeyi gerektiriyor. Bu, Rus davranışını yorumlayabilmek için verimli olanaklar sunabilir, örneğin saldırgan bir taktiğin, kazanç umudundan ziyade kayıplardan kaçınma tarafından motive edildiğini öne sürebilir.

Bir nükleer krizde, tüm stratejiler “yetersizdir”. Bununla birlikte, diğerlerinden daha kötü olan bir seçim var: Rakip liderin deli olduğunu iddia ederken, onunla yüzleşmeyi ilk pes edenin kaybedeceği bir “tavuk oyunu” olarak kabul etmek. Bu ya karşılıklı yıkıma ya da savaşsız bir yenilgiye yol açar. Son haftalarda, bazıları bu en kötü kombinasyonun "strateji" adını hak edebileceğini kabul ediyor gibi görünüyor.

Olivier Zajec
Jean Moulin Üniversitesi –Lyon III - Hukuk Fakültesi Siyaset Bilimi Profesörü

Çeviri: Özlem Yüzak