Düşünce özgürdür

Doğan Kuban
Düşünce özgürdür

Sevgili okuyucular, düşüncenin özgürlüğü bağlamında, gerçekten ona sahip çıkarak düşünmek bizim kuşağın içinde doğduğu entelektüel ortamın belirgin özelliği değildi. Babam üniversiteye giderken, “Politika ile zinhar uğraşmayacaksın!” demişti. Onu çok sevdiğim için, düşünceyi bir kavga aracı olarak gören bir eğilimim olmadı.

Ailece şiir seven, okuyan bir geleneğimiz oldu; aile ortamında özellikle annemin heyecanı ve babamın Osmanlı şiir sevgisiyle beslendik. Bu bazen coşkulu bir milliyetçilik ya da edebiyat sevgisiyle eşleşiyordu. Bizim ailenin şiir gecelerinin devamlı adları Akif ve Fikret idi. Bu süreç içinde, düşünce özgürlüğünün önemini yeterince anlamış olduğumu söyleyemem.

1950’li yıllarda halk türküleri etkiliydi. O sırada Vedat Nedim Tör yeni yapılan Açık Hava Tiyatrosu’nda, yaz aylarında halk müziği konserleri örgütlüyordu. Vedat Nedim Tör’ün Kadro hareketi mensubu olduğunu bilmediğim gibi, halk türkülerinin politik içeriğinin özel olarak vurgulandığını da hatırlamıyorum. İlgilendiğim konu sanat ve musiki idi.


20. yüzyıl dünyası için belki bir geç uyanma sayılabilir. Fakat Türkiye için doğal bir tavırdı. Biz düşüncenin dallanıp budaklanıp her davranışı yönettiği bir entelektüel çağda yetişmedik. Ulusal savaşın heyecanını yaşadık ve çağdaş dünyaya yetişmeye çalışan bir örgütlenme ortamına çabalarımızla ortak olduk; büyük bir heyecan vardı. Fakat entelektüel bir kaynama yoktu. En azından bize kadar ulaşmıyordu. 1960 Devrimi ve Menderes-Bayar rejimine karşı bilincim ve direncimle bir özgürlük yanlısı olsam da, politik örgütlenmeler beni ilgilendirmemişti.

Düşünce özgürlüğünün yaşam dinamiğinden uzaktayız

Düşünce özgürlüğü, temel bir insani kavramdır. Onun tarihi ve felsefi boyutlarının insan yaşamının temel sorunlarından biri olduğunu düşünsek bile, bunların yaşamsal dinamiğinin Türk kültür ortamında henüz ulaşmadığını söyleyebiliriz.

Bu bağlamda uyanmam, yurt dışında bir şarkı ile başladı. 1962 yılında Michigan Üniversitesine misafir öğretim üyesi olarak gittiğim dönemin başlangıcında, o zaman Amerika’nın en ünlü halk şarkıcısı Pete Seeger’in bir Ann Arbor konserini dinledim. İğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık olan konserde çok büyük bir halk şarkıcısı ve sahne sunucusu olan Pete Seeger,

“Die Gedanken Sind Frei” (düşünceler özgürdür) şarkısını söyledi. Şiir, musiki gibi sanatlarla politika arasındaki ilişkiyi, ondan sonra Sartre, Shaw ve başka yazarları okuduktan sonra düşünmeye başladım. “Die Gedanken Sind Frei” bir Alman şiiridir. Olasılıkla Alman aydınlanma felsefesinde, romantik çağın mirası bir akımın ifadesidir. Konserden sonra düşünce özgürlüğü kavramı giderek yaşamda uygarlıkla eşit bir anlam kazandı.

Şairlerin çokça dile getirdikleri gibi, hiçbir otoritenin insanın düşünmesini engelleyecek gücü yok. İnsan beyni, düşüncenin ifadesi zincire vurulduğu zaman, onu saklamasını öğrenmiştir. Beyin insanın gizli hazinesidir, anahtarı sadece ondadır. “Düşünce Özgürdür” sözü fizyolojik bir gerçektir. Kafanın içini okuyan teknik henüz icat edilmedi.

İnsanların işkence görmesinin temel nedeni zorbanın beynin içindeki dışarı çıkarmak için yaptığı fiziki işkencedir. Bunun en ünlüsü engizisyondur, araçla işkencedir. Bazen rüşvet olabilir. Ama kimse düşünce söze dökülmeden bir şey bilmiyor. Düşünce özgürlüğü bir uygarlık aşamasına işaret eder. 60’lı yıllarda dünyaca ünlü başka bir şarkıcı Joan Baez idi. O soyut bir düşünceden çok devrimlerin şarkısını söylüyordu. 67 kuşağı özgürlüğün kavgası veren bir kuşaktı. Gerçi bu dünyaya gerçek düşünce özgürlüğünü getirmedi. İdeolojiler kendi söylemlerinin özgürlüğünü savunmadıkları zaman gerçek düşünce özgürlüğü gelmiyor.

Musikinin özgürleştirici rolü

Fakat o Pete Seeger’in konserinden bu yana musikinin özgürleştirici rolünü düşünüyorum. Kilise, musiki ve koro yoluyla insanları etkiliyor. Afrikalılar, Amerikan çağdaş musikisini, hatta ‘spiritual’ları ile Amerikan dini müziğini etkiliyorlar. Bu musiki dalgaları bazen politik renklere de bürünüyor. Musikinin insanları birleştiren bir gücü var. Bundan sonraki aşamada, İslam kültürünün mimarisi ve sanatı ile uğraşırken, resmin ve musikinin iki yasaklanmış özgür ifade aracı olduğunu gördüm. Bu yasaklarda İslam’ın geri kalmışlığının kalıpları yatıyordu. Suudi Arabistan’da ezanı özellikle çirkin söylüyorlar, makamla söylemiyorlardı. Çünkü güzel sese şeytan karışıyormuş. Oysa biz Boğaz’da, karşı sahilden gelen sabah ezanının sesini en güzel musiki gibi dinlerdik. İstanbul camilerinin ünlü müezzinleri vardı. Halk onları özel olarak dinlemeye giderdi.

İbni Sina’nın Şifa adlı paha biçilmez büyük yapıtında musiki ile ilgili, belki de çağının en güzel matematik ve bilimsel analizi var. Bu Arap uygulamasından toplumların geri kalmışlığının mekanizmalarına uzanmak olasıydı.

Benim için düşünsel özgürlük kavramı, son analizde, musikiye ve sanata kadar dayandı. Çünkü burada düşünce ve duyguyu birlikte içeren ve strüktür olarak matematiksel bir yapıya dayanan bir yaratma var. Musikinin insanlar üzerindeki etkisini en çok Hıristiyan kilisesi kullanmış. Burada Handel’in Halleluia’sını anımsayabilirsiniz. Ulusal marşları, askeri marşları, Amerikan filmlerindeki film müziklerini, Wagner’i, İtalyan operalarının Avrupa tarihi ile ilgili romantik, kahramanlık, vatanseverlik, aşk ve ölümle işlenmiş musikilerini, daha entelektüel düzeylerde, Beethoven’in senfonilerini ve Dokuzuncu’nun korosunu anımsayabilirsiniz.

Chopin’ın Polonyalıları, Flamingo’nun İspanyolları, Çardaş’ın Macarları, Zeybek havasının da Türkleri nasıl coşturduğunu anımsayabilirsiniz. Dünyanın her köşesinde halk danslarının toplumsal etkisini ve yarattığı ruhsal anlaşmayı herkes yaşamında denemiştir.

Avrupa’nın entelektüel olarak dünyadan kendini üstün görmesini sağlayan, sadece bilim ve teknoloji değil, sanat, musiki ve edebiyattır. Bunların tümünün insan düşüncesi ve insan duyarlığı ile ilişkileri, felsefi düzeyde buluşan sentezleri var. Tümünü birleştiren bir ağ dokusu var. Bu beynin çalışmasındaki tümel koordinasyona ve modern iletişim sistemlerinin ağlarına benzeyen bir doku olmalı. Bunun adına da uygarlık deniyor. Biz gençliğimizde bu büyük entelektüel dokunun farkında olmadan yaşadık. Yabancı yapıtların orasını burasını kurcalarken bazı şeylerin farkına varmış olabiliriz.

Vahdettin: Göçer kabile reisi

Osmanlı’nın böyle bir birikimi olmadığını bugün Vahdettin’in yaptıklarını okuduğunuz zaman dehşetle izliyoruz. 600 yıllık bir imparatorluğun sultanı, devletin merkezini İstanbul’dan Sinop ya da Kastamonu’ya götürecek bir anlaşmayı onaylıyor. Devlet çadırını oraya taşıyacak. Padişah olarak sıfatını koruyacak.

Onca yüzyıl yerleşik yaşadıktan sonra, Osmanlı sultanının hâlâ göçer kabile reisi gibi davranışı, Osmanlı toplumun da temelde öyle kaldığını, onun için sanatın, felsefenin, bilimin dışlanmasını açıklıyor. Bu ortamda düşüncenin özgürlüğü gibi bir kavramın, değil halka, okumuşlara bile mal olmadan sisler içinde kaybolmasının nedeni anlaşılıyor.

Biz ilk Cumhuriyet kuşakları özgürlük için savaşan bir toplumun içinde büyüdük. Fakat bu özgürlüğün temelde bir düşünce özgürlüğü olduğunun farkında değildik.

Fazla düşünce üretmemiş toplum, yaşamsal, güncel düşünce ile entellektüel düşünce arasındaki niteliksel uçurumun farkında olmuyor anlaşılan. Bugün devlet idare etmekle yapı yapmak arasında herhangi niteliksel fark olmayan bir toplumda yaşıyoruz.

Annemle babamın sık sık yineledikleri bir fıkra vardı: Fakire sormuşlar: ‘Zengin olursan ne yiyeceksin?’. ‘Soğanın cücüğünü’ demiş.

Doğan Kuban

Doğan Kuban'ın anısına saygıyla. Bu yazı HBT'nin 210. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban