Steven Pinker: Kimlik siyaseti ‘aklın ve aydınlanma değerlerinin düşmanıdır’

Öne Çıkanlar Toplum
Steven Pinker: Kimlik siyaseti ‘aklın ve aydınlanma değerlerinin düşmanıdır’

Ünlü psikologla akıl, kimlik siyaseti ve hümanizm üzerine bir söyleşi. Trump’ın ne okuması gerektiğini düşünüyor?

Üretken bir yazar olan Harvardlı ünlü psikoloji profesörü Steven Pinker The Language Instinct [Dil İçgüdüsü], How the Mind Works [Zihin Nasıl Çalışır], The Blank Slate [Boş Sayfa] ve The Better Angels of Our Nature [Doğamızın Erdemli Melekleri] gibi birçok ödüllü kitabın yazarıdır. Bu hafta Pinker’ın yeni bir kitabı yayınlanıyor: Enlightenment Now: The Case for Reason, Science, Humanism, and Progress [Aydınlanma, Hemen Şimdi: Aklı, Bilimi, Hümanizmi ve İlerlemeyi Savunmak]. Profesör Pinker’la e-posta yoluyla sohbet ettim ve ona hem yeni kitabı hem de güncel siyaset hakkında bazı sorular sordum.

***


Adam Rubenstein: Eğer “söylemimiz akıl üzerinden ilerleyecekse” kimlik siyasetini gelecekte ne beklemektedir? Kimlik siyaseti temelini akıldan mı almaktadır? Yeni kitabınız bu konuya temas edip geçiyor. Kimlik siyasetinin ne olduğu hakkında daha fazla açıklama yapabilir misiniz? Nereden gelir, nereye gitmektedir ve nasıl ele almalıyız?

Steven Pinker: Kimlik siyaseti insanların inanç ve çıkarlarının özellikle cinsiyet, ırk, cinsel yönelim ve dezavantajlılık durumu gibi grup aidiyetleri tarafından belirlendiğinin varsayıldığı bir sendromudur. Bunun işaretiyse adeta kendinden sonra gelecek olan sözün inandırıcılığının bir teminatıymış gibi sunulan, cümleye “bir ... olarak” kalıbıyla başlama tikidir. Kimlik siyasetinin ortaya çıkışı, belirli gruplara üye olmanın gerçekten de bir dezavantaj oluşturması ve bu dezavantajın grup üyelerini ortak çıkarlar etrafında birlik olmaya zorlaması olgusuna dayanmaktadır: Örneğin, Yahudilerin İftira ve İnkârla Mücadele Birliği’ni kurmak için gerçekten de haklı gerekçeleri vardı.

Ama iş ayrımcılık ve baskıyla mücadelenin ötesine geçtiği zaman kimlik siyaseti, Aydınlanma değerlerinin ve aklın bir düşmanıdır ironik bir biçimde, baskı altındaki gruplar için adalet arayışı bu değerlerden biridir. Her şeyden önce, akıl, nesnel bir gerçekliğin varlığına ve mantığın evrensel standartlarına dayanır. Çehov’un söylediği gibi, ulusal bir çarpım tablosu yoktur ve tabii ırksal veya LGBT olanı da yoktur.

Bu sadece bilim ve siyasetin gerçeklikle bağını koruma sorunu değildir; başlangıçta kimlik siyasetine de ilham veren ahlâken gelişmeye yönelik hareketlere de güç katmaktadır. Köle ticareti ve Yahudi Soykırımı grup bağlılığı yaratma işlevi gören söylenceler değildir. Bunlar gerçek birer vakadır ve bu olayların kötülüğü ırk, cinsiyet veya cinsel yönelim gözetmeksizin tüm insanlar tarafından kabul edilmeli ve bir daha gerçekleşmesinin engellenmesine çalışılmalıdır.

Kimlik siyasetinin az da olsa haklılık payı içeren yönleri bile (örneğin bir erkeğin kadın olmanın ya da bir beyazın Afro-Amerikan olmanın ne anlama geldiğini asla gerçekten deneyimleyememesi gibi) eğer fazla ileri götürülürse eşitliğin ve bir arada yaşamanın zeminini altüst edebilir; çünkü Aydınlanmanın en muazzam tezahürlerinden birinin altını oymaktadır: insanlar kendileri gibi olmayan ama hissedebilen diğer varlıkların acılarını anlayabilmelerine olanak tanıyan bir özdeşlik kurabilme yetisiyle[1] donatılmıştır. Bu bağlamda, örneğin beyaz bir yazarın bir siyahinin (ya da tam tersi) deneyimlerini anlatmaya çalışmasının iyi olmaktan ziyâde kötü bir şey olduğunu savunmak, yani “kültürel temellük”e[2] karşı saldırıya geçmekten daha ahmakça bir şey olamaz.

Elbette empati yeterli değil. Ancak bir diğer Aydınlanma ilkesi de şudur: İnsanlar, empatinin empatinin aşamadığı ayrılıklar arasında köprü kurabilen evrensel haklara ilişkin ilkeleri kavrayabilmektedir. İnsanın gelişimi yönündeki umuda katkı sağlamak, gruplar arasında kazananı olmayan anlamsız bir yarıştan ziyâde insanlığın evrensel çıkarlarının tanınmasının teşvik edilmesiyle mümkündür.

AR: Akademide sizin teşhisinizle bir “liberal eğim”[3] var. Bunun hakkında şöyle yazıyorsunuz: “Protestoların ardından solcu olmayan konuşmacıların davetleri iptal edilir veya yuhalayan kalabalıklar tarafından sesleri kısılır” ve “kim ırkçılığın tüm sorunların kaynağı olduğu varsayımını kabul etmezse ırkçılıkla itham edilir.” Üniversiteler ne ölçüde risk altında? Kaygı duymamız gereken bir durum var mı?

SP: Evet, üç nedenden ötürü. Birincisi, bazı hipotezlere serbest dolaşım imkânı tanınırken bunların dışındakilerin ağza alınmasına imkan verilmiyorsa, bilim insanlarının dünyayı (özellikle de toplumsal dünyayı) anlaması beklenemez. John Stuart Mill’in belirttiği gibi, “bir konu hakkında yalnızca kendi bakış açısı kadar bilgi sahibi olan kişi, o konu hakkında pek az şey biliyor demektir.” Boş Sayfa’da sol siyasetin cinsellik, şiddet, toplumsal cinsiyet, çocuk yetiştirme, kişilik ve zekâ gibi insan doğası çalışmalarını çarpıttığını öne sürdüm. İkincisi, gizlenen/yasaklanan gerçekleri, rasyonel tartışmanın çetin sınavları dışında bir yerlerde beklenmedik bir anda keşfeden birileri, bunları tehlikeli sonuçlara götürebilir. Örneğin, cinsiyetler arasındaki farklılıklardan hareketle kadınlara yönelik ayrımcılık yapmamız gerektiği çıkarımında bulunabilir (bu tür bir safsata alt-right[4] hareketini besledi). Üçüncü sorun, aşırı solun dar kafalı soytarılarının, ılımlı geniş kesimleri ve siyaseti bilimsel araştırmalarının dışında tutan açık fikirli bilim insanlarını da kapsayan, akademinin diğer kesimlerini itibarsızlaştırmasıdır. (Akademi, ayyuka çıkan saçmalıklarına karşın, yine de Twitter-dünyası, ABD Kongresi veya ideolojik olarak lekelenmiş think-tank kuruluşlarından çok daha çıkarsız bir kamusal alandır.) Özellikle birçok sağcı birbirine, insan kaynaklı iklim değişikliği hakkında birçok bilim insanının büyük ölçüde hemfikir olmasının, siyasi doğrucu akademisyenlerin devletin ekonomiye hakim olması için kurguladıkları bir komplo olduğunu anlatıyor. Bu katıksız bir zırva ama akademide en çok sesi çıkanlar baskıcı fanatikler olunca bu zırva ilgi çekebiliyor.

AR: Şöyle yazıyorsunuz: “küreselleşme zengin ülkelerin alt-orta sınıflarına sağladığından çok daha fazlasını yoksul ülkelerin alt ve orta sınıfları ile zengin ülkelerin üst sınıflarına sağladı.” Yalnızca zenginlerin durumunun iyiye giderken diğer herkesin “yerinde saydığını veya acı çektiğini” iddia etmek “dünyanın bütününe baktığımızda açıkça görülüyor ki yanlıştır: insan türünün çoğunluğu daha iyi durumdadır.” Amerikan iç siyaseti bu olguyu nasıl anlamalı: Gezegenimizin her ne kadar ümitsiz görünse de bir hayli müreffeh olduğunu mu? Geleneksel, serbest piyasa ekonomileri gerçekten işliyor mu?

SP: Bu keskin bir çelişki. Eğer ahlâki ilkelerine sıkı sıkıya bağlı bir insansanız – ister hümanist olun ister bütün insan yaşamlarının eşit derecede değerli olduğuna inanan bir Yahudi-Hristiyan[5] - milyonlarca Amerikalıyı işsiz bırakmak pahasına milyarlarca insanı yıkıcı sefaletten kurtaracak politikalar sizin için ahlâki açıdan son derece açık ve anlaşılırdır. Ancak, elbette Amerikalı bir siyasetçinin böyle bir tercihi bir an bile aklından geçirmesi siyasi bir intihar olurdu. Ama yine de küreselleşmeyi desteklemek için Amerika-merkezli başka gerekçeler mevcut: yüz milyonlarca Amerikalı tüketici için daha ucuz mal; Amerikalı ihracatçılar için daha geniş pazarlar; ve daha az mülteci, daha az salgın hastalık ve daha az isyan hareketiyle daha müreffeh bir dünyanın istikrarı.

Serbest piyasa ekonomisine gelince, “geleneksel”den kastınızın ne olduğuna göre değişir. Şunu biliyoruz ki totaliter merkezi planlamayla karşılaştırıldığında piyasalar ülkeleri daha özgür, daha zengin ve daha mutlu kılıyor. Ama aynı zamanda aşırı sağ ve aşırı solda yaygın olan, kapitalizmi (düzenlemenin ve sosyal harcamanın olmadığı) anarko-kapitalizmle eşitleme alışkanlığının yanlış olduğunu da biliyoruz. Düzenlemenin olduğu bir serbest piyasa yanlısı olabilirsiniz, tıpkı ceza hukukunun geçerli olduğu özgür toplumlardan yana olabileceğiniz gibi. Serbest piyasacıların en müdahale karşıtı olanları bile şunu kabul etmek zorundadırlar: piyasa gençler, yaşlılar, hastalar ve talihsiz insanlar gibi piyasaya sunabilecek hiçbir şeyi olmayanlar için insanca bir yaşam sağlamıyor. Ayrıca şunu da kabul etmek zorundadırlar ki atmosfer gibi kimsenin mülkiyetinde olmayan kamusal varlıkların korunması işi tek başına piyasaya bırakıldığında başarısız olmaktadır. Hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, tüm zengin kapitalist ülkelerde kapsamlı piyasa düzenlemeleri ve sosyal harcamalar bulunur. Ve bir Kanadalı olarak şunu teyit edebilirim ki ABD’den daha fazla sosyal harcama ve düzenlemeye sahip serbest piyasa toplumları bir girdap etkisine kapılıp Venezuela’nın durumuna yuvarlanmakta olan korkunç distopyalar değiller. Tam aksine daha fazla mutluluk ve daha uzun yaşam süresi, daha az şiddet suçu, çocuk düşürme, cinsel yolla bulaşan hastalık ve eğitimsel vasatlık görülen, yaşamaktan daha fazla keyif alınacak yerler.

AR: Kitabınızın son bölümü olan 23’üncü bölümde “hümanizm”i tartışıyorsunuz. Hümanizmi şöyle tanımlıyorsunuz: “insan gelişimini en üst düzeye çıkarmak hedefi – yaşam, sağlık, mutluluk, özgürlük, bilgi, sevgi, deneyimlerin zenginliği.” Hümanizm ve transhümanizm arasında nasıl bir ayrım yapmalıyız? Ya eğer işin sonunda “insan gelişimi” ilerleme uğruna bizi daha az “insan” yaparsa? Bundan kaygı duyuyor musunuz? İnsan doğası sabit midir? Yeniden tasarlanabilir mi ya da tasarlanmalı mı?

SP: İnsan gelişiminin – yaşam, sağlık, bilgi, özgürlük, mutluluk, doğal ve kültürel dünyaya erişim – bizi nasıl daha az insan yapabileceğini anlamıyorum.

“Transhümanizm”e gelecek olursak, genetik mühendislik, nanoteknoloji veya nöral implantlar yoluyla insan doğasında bir gelişme göreceğimiz konusunda şüpheliyim (bu teknolojiler engellilik durumlarını azaltmak için kullanılabilirse de bu ayrı bir konu). Bugün tutkulu ebeveynlerin doğmamış çocuklarına naklini yaptırabileceği herhangi bir “müzikal yetenek geni” olmadığını biliyoruz. Psikolojik nitelikler her biri ufacık etkilere sahip binlerce gen arasında dağılmıştır ve bunların birçoğunun zararlı yan etkileri de vardır (örneğin sizi birazcık daha zeki yapan bir gen aynı zamanda kansere yakalanma riskinizi de artırmaktadır). Ayrıca insanlar konu çocuklarına geldiğinde risk almaktan (bazen hastalık derecesinde) kaçınırlar ve söz konusu genetik mühendisliği olduğunda bırakın çocukları genetiği değiştirilmiş domatesi bile kabul etmiyorlar. Daha genel olarak, gerçek dünyadaki biyomedikal ilerleme Teknolojik Tekillik’ten[6] ziyade Sisifos’a[7] benziyor. Tıbbi bültenlerin okurları mucizevi tedavilerin plasebo etkisinden başka bir şey olmadığının ya da meta analizlerde tamamen başarısız olduğunun ortaya çıkmasıyla düzenli olarak bu rüyalardan uyandırılır.

İmplantlar konusuna gelirsek, sinir cerrahlarının bir sözü vardır: “Beyniniz bir kez havayla temas ettiği zaman bir daha asla aynı kişi olamazsınız.” Sağlıklı bir beyni yabancı bir nesneyle, üstelik iltihap ve enfeksiyon riski altında istilâ etmek gerçekten kötü bir fikir. Ve beyni sarsılmaz bir kesinlikle yönlendirebilecek teknoloji şöyle dursun, sinirbilimciler daha beynin düşünceleri sinapsların ve nöral ateşlemenin nano düzeyinde nasıl kodladığına dair bir ipucuya bile sahip değil.

AR: “Akıl insanın güçlü yanlarından biri değildir” diyorsunuz ve neden daha fazla akla başvurmamız gerektiğine yönelik bilindik bir çağrıyla ya da bir açıklamayla Baruch Spinoza’dan “akıl ile hareket eden kimseler insanlığın geri kalanı için de arzu etmeyecekleri hiçbir şeyi kendileri için arzu etmezler” alıntısını yapıyorsunuz. Hatta daha açık bir ifadeyle (belki de daha karmaşık), Platon’un üç parçalı ruh tanımından hareket edersek, bir insanın kendine neden eros veya thumos ile değil de logos[8] yoluyla yön vermesi için daha fazla akla başvurması gerektiğini anlatmaya çalışıyorsunuz. Sizin açıklamanız insan olma statüsüne nasıl bir alan bırakıyor? Kendini arzu ve tutkulardan arındıran insan nasıl bir insandır? Yoksa kastettiğiniz tam olarak bu değil mi?

SP: Benim kastettiğim bu değil. Aklın çilecilik, neşesizlik, meraksızlık, kayıtsızlık ya da vurdumduymazlıkla hiçbir ilgisi yok. Çünkü zekâ mantıksal olarak motivasyondan ayrıdır: A’dan B’ye en iyi hangi yoldan ulaşılabileceğini bulma becerisi B’nin ne olması gerektiği hakkında hiçbir yargıda bulunmaz. Mutluluk, bilgi, sevgi, güzellik ve deringörü hiçbir şekilde akılla bir zıtlık içinde değildir. Daha ziyade akıl, en değerli ve kalıcı hedeflere ulaşmak için bir araç olabilir: yıkıcı cazibeden, tatlı dilli sahtekârlardan ya da kısa vadede atılım ama uzun vadede sefalet vadeden karizmatik despotlardan kaçınmak.

AR: ABD başkanı neler okumalı? Ve neden?

SP: Okumanın önemli olduğunu düşünsem de sadece bir kitap okumanın kişiyi aydınlatması ya da fikrini değiştirmesi çok nadir görülen bir durumdur; o kişi mutlaka açık fikirli bir tartışma ve fikir alışverişi topluluğunun bir parçası olmalıdır. Ama bu yanıtı belli soruyu yanıtlamak için, “bunu yalnızca ben çözerim”[9] diye düşünen bir yöneticiye yetki vermek yerine güçler ayrılığının sağlanmasına ve bir “idari devlet”e[10] neden ihtiyacımız olduğunu ele alan, demokrasi üzerine bir kitapla başlayalım. Bunun için The Federalist Papers’dan daha iyisini bulmak zordur. Daha sonra nükleer silahlar hakkında gerçeğe sadık iki kitap, Richard Rhodes’dan Arsenal of Folly ve Ward Wilson’dan Five Myths About Nuclear Weapons. Ve bir o kadar gerçeğe sadık bir kitap da iklim değişikliği hakkında, William Nordhaus’tan The Climate Casino.

[1] sympathetic imagination

[2] cultural appropriation: azınlıkta kalan bir kültüre ait öğelerin çoğunluk tarafından sahiplenilip benimsenmesi.

[3] ABD’de liberalizm siyasi yelpazenin solunda konumlandırılır ve ABD bağlamında, sözcüğe fazladan bir sıfat eklemeden “sol”dan bahsedildiğinde liberallere atıf yapılır.

[4] alternative right: ABD’de ortaya çıkan aşırı sağ hareketi.

[5] ABD’de 20. yüzyılda yaygınlaşan, teolojik bir kategori olmaktan çok İbrahimi dinlerin ortak etik ilkelerine atıf yapmak için kullanılan kavram.

[6] Singularity (Teknolojik tekillik): Üstün bir yapay zekânın icadıyla insan uygarlığında öngörülmesi olanaksız değişimlere yol açacak zaptedilemez bir teknolojik gelişme evresinin başlayacağını savunan hipotez. Bu hipoteze göre kendini sürekli daha ileri taşıyan üstün yapay zekâ zapt olunamaz ve giderek hızlanan bir gelişim döngüsüne girecek, muazzam bir zekâ patlaması yaşanacak ve insan zekâsının çok ötesinde bir düzeye ulaşılacak.

[7] Yunan Mitolojisinde bir kayayı bir dağın zirvesine sonsuza dek yuvarlamakla cezalandırılmış kral. Sisifos kayayı zirveye her yaklaştırdığında kaya yeniden aşağı yuvarlanır ve Sisifos onu yeniden zirveye taşımaya başlar. Bu döngü sonsuza dek sürer.

[8] Eros, Thumos, Logos: Arzu, Tutku, Akıl

[9] ABD başkanı Donald Trump’ın 2016’da yaptığı seçim konuşmasında geçen ve slogan haline gelmiş bir cümle.

[10] bkz. Dwight Waldo, Administrative State

Çeviri ve dipnot: Özgün Emre Koç [email protected] 

Kaynak: http://www.weeklystandard.com/steven-pinker-identity-politics-is-an-enemy-of-reason-and-enlightenment-values/article/2011595