İstanbul’un çekirdeği Suriçi, dünya müzesi olmalı

Doğan Kuban
İstanbul’un çekirdeği Suriçi, dünya müzesi olmalı

İstanbul’un sokakları, camileri, mezarlıkları, hamamları, çarşılarında, ahşap evlerinde, çocukluğumdan başlayarak 40 yıl yaşadım. Benim genç yaşamımı içinde geçirdiğim, sevgi ile bağlı olduğum bir yuva idi. Bugün çirkin, ürkütücü, kaba saba insanlarla dolu, sokaklarına çıkılması bir eziyet olan, benim yarı yaşamımın neredeyse bütün özelliklerin yitirmiş, geçmişini unutmuş, kalabalık, pis kokulu, araba denilen çekirge sürülerinin ile işgal edilmiş insan rezervuarının Eski İstanbul’la ilişkisi yok.

Gerçi Yahya Kemal’in Üsküdar için dediği gibi, o fakir kentin parlak zamanları kısa sürerdi, belki de güneşe bağlıydı. Fakat orada özgün bir uygarlığın anıları, kokuları ve insanları oturuyordu. Bugünkü İstanbul’un, adından başka, o İstanbul’la ilişkisi kalmadı. Yeryüzünden kazıdılar. Toprağını yapılar yedi. Suyunu yapılar içti. Havasını otomobiller, gürültü ve saygısız insanlar bozdu. Camileri, etleri çürümüş insan iskeletleri gibi duruyor.

Ama yine de bu artık tanımadığım yuvayı hayalimde yaşatıyorum. Ve onun için kötü sözler söylemek gücüme gidiyor. Goethe’nin doğanın kendisini nasıl aydınlattığını söylediği o küçük şiirini anımsadıkça, İstanbul’un da benim yaşamımı aydınlattığını düşünüyorum. İstanbul şiirsiz anımsanamaz. Bugün çağdaş barbarların yok ettiği İstanbul’a ancak bir bilim adamı, ya da tutkulu bir tarihçi olarak bakabiliyorum.


Mitolojik bir tanrıça gibiydi

1950’den önceki Boğaziçi, mitolojik bir nehirde yıkanan bir tanrıçaya benzerdi. Yahya Kemal’in rüyası hala yerinde duruyor. Fiziksel olarak, İstanbul yok olsa bile, insanlık tarihinden silemeyecekleri gerçekler, anılar, destanlar, şiirler, imgeler ve yapılar kalacak!

İstanbul Avrupa ve Dünya tarihinin en ünlü kentinin son aşamasının adını taşır. Önce Megaralı Yunanlıların kurduğu Bizantion, sonra Septimius Severus’un Roma kenti, sonra Konstantin tarafından kurulan ikinci Roma başkenti, Avrupa’nın ilk Hıristiyan başkenti, Doğu Hıristiyanlığının merkezi ve Doğu Roma İmparatorluğu Bizans’ın başkenti.

Bu tarih İ.Ö. 700’den 1453’e kadar 2000 yıl sürüyor. Ondan sonraki 500 yıl, en büyük İslam devletinin başkenti. Egemenleri de dünyanın en uzun sülalesi olan Osmanlılar.

Constantinopolis Ortaçağın en büyük kenti, Paris’ten önce Avrupa’nın en büyük kenti, Osmanlı çağında onu gören hemen bütün Avrupalıların ve ilk tarihçisi Peter Gillius’un dediği gibi, dünyanın en güzel başkenti idi. (16. Yüzyıl). Sivil mimarisi ile eşsizdi. O kentlerin tanrıçası, Türk toplumunun kanını emen 20 milyonluk bir canavar doğurdu.

Avrupa’nın yine en büyük kenti. Fakat güzellik, başkent, özgünlük sıfatları yok. Çözümsüz sorunları giderek kaosa dönüşebilir.

En önemli simgesel zafer

İstanbul’un fethi Endülüs’ün fethinden sonra, İslam’ın Hıristiyanlar karşısındaki en önemli ve simgesel zaferidir. Çünkü hem Roma’dan sonra ikinci Roma olarak İmparatorluğun başkenti olmuştu, hem de Avrupa tarihinin ilk Hıristiyan başkenti olmuştu. Araplar Konstaniyye adından vazgeçmediler. Osmanlılar da paralarını hep Konstaniyye’de bastılar.

Doğu Romanın insanları Roma topraklarının (Bilad-ı Rum) Rumları (Arapça Romalı anlamına) idi. Ama Yunanca konuşuyorlardı.

Fakat tarih araştırmalarının gösterdiği gibi, bunlar daha çok Balkanları ve Yunan yarımadasını işgal eden, fakat Yunanca konuşan ve Ortodoks Hıristiyanlığı kabul eden Güney Slavları idi.

Kısaca, Yunanca konuşan Romalı Slavlar bizim için palikarya oldu. Fatih sadrazamlarını onlardan seçti. Mimar Sinan da onlar arasından yetişti, Dev gibi yeniçeri devşirmeleri de çoğunlukla Yunanca konuşan, Hıristiyan Slav gençleri oldu. Onları da Bektaşi yaptık.

Suriçi’ndeki kentin ruhu

O zaman yaratılan ve nerdeyse 1970’lere kadar yaşayan dünya güzeli kentin bir çekirdeği var. Suriçi’nde 1600 yıl yaşamış bir ruhu var. Kalan anıtları var. İstanbul’un, sadece birkaç örneği kalmış olsa da, hayallerimizden çıkmayacak bir konut mimarisi geleneği vardı: İnsan ölçeğinde, sade, fakat dünyanın bütün ahşap gelenekleriyle boy ölçüşecek kadar özgün, büyük bir mimari tasarım geleneği. Onu yaşatmak teknolojik olarak olası.

Daha güzel, daha ünlü, çağdaş insanlar için daha çekici olan bir çekirdek İstanbul yeniden yaratılabilir. 17. yüzyıla kadar surlar içinde yaşamış olan Konstantiniyye – İstanbul, 1.440 hektarlık Suriçi’nde bugünkü 600.000 hektarlık çirkin, devasa kutular ve çekirgeler arasında uygar yaşamın olmadığı agglomeranın 45’te biri.

Sevgili Okuyucular,

Bunları okumayacak yeni Osmanlıcılar ne düşünür, bilemem. Ama İstanbul’un adının bile Yunanca ‘Stin Polis’ten geldiğini biliyorlar mı?

Bugün bizim için önemli olan Osmanlı’nın bıraktığı dünya güzeli ve tarih imgesi kentin mirasını nasıl yediğimiz ve hala bir şey yapmak olanağımız olup olmadığı. Osmanlılar 19 yüzyılda İstanbul’u, 1970’lerden sonra yaptığımız gibi, yok etmeğe başlamadılar. Kentin nüfusu 1.000.000’a ancak 1950’den sonra ulaştı.

Tarih bilimi Cumhuriyet ile başladı

Avrupa ve dünyada Bizans Arkeolojisi ve İslam Arkeolojisi araştırmalarının yoğunlaştığı dönem Birinci Dünya Savaşı sonrasıdır. Türk Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi de 1923’den sonra başladı. Türkiye’de çağdaş tarihçi ve arkeologların Avrupa’ya okumak için gönderilmesi de bu dönemdedir.

Türkiye’de çağdaş anlamda Tarih bilimi ve Arkeolojinin öğretimi Cumhuriyetle başlar. İstanbul üzerindeki araştırmalar da o kuşaklarla başlar. İstanbul’u koruma düşüncesinin resmileşmesi ise 1950’den sonradır.

Fransız kent plancısı Henri Prost Suriçi’nin korunması bağlamında bazı inşaat ilkeleri koymuştu. 1970’lere kadar ülkenin ekonomik potansiyeli Eski İstanbul’u yok edecek kadar inşaat yapma olanağı vermiyordu. Osmanlılar İstanbul’u kendi geleneklerine sadık kalarak korudular.

İnşaat yapma için mali güç oluşunca

Türk toplumunun İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında, 1955’lere kadar inşaat yapacak ekonomik gücü yoktu. 1970’li yıllara kadar İstanbul, biraz yeni çıkan yasalar ve Gayrı Menkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu’nun varlığı ile, biraz da ekonomik zorluklar nedeniyle korundu. Sonra barbarlar kente inmeğe başladılar. 1980’den sonraki yoğun göç ve sanayisi gelişmemiş ülkenin ekonomisi, kente göçün desteklediği spekülatif yapılaşma ile örtüştü. Bugünkü sağlıksız, çirkin, plansız, kontrolsüz inşaat kargaşasını yarattı.

Yoğun inşaat, niteliksiz işçi olan Anadolu göçerine iş alanı açıyordu. Niteliksiz patronlar da müteahhit oldular. Yapılaşmanın boyutu ve hızı planlama standartlarını dağıttı. Gelişmemiş ekonominin yapısı da, yapı yoğunlaşmasını politik kazanca çeviren bir mekanizma yarattı. Canavar tarihi mirası öldürmese bile gömdü.

İstanbul’da kentin tarihinden ve hiçbir niteliğinden haberi olmayan 15 milyon insan yaşıyor.

Tarihi kentin çekirdeği olan Suriçi, kentin kırkbeşte biri. Onu kurtarabilir ve donatabilirsek dünyanın en ünlü müze kenti olur. Turistik geliri de şimdiki İstanbul’u kat kat geçer.

Doğan Kuban


Murat Altaş