Rönesans’tan bu yana topallıyor muyuz?

Doğan Kuban
Rönesans’tan bu yana topallıyor muyuz?

İstanbul fethinin Rönesans’ı belirleyici olması bağlamında bizim tarihi yazınımızda övgüye benzer söylentiler vardır. Türklerden kaçan Bizanslı bilginler İtalya’da bir kültürel patlamaya yol açmışlarsa bizim bunda övünülecek bir katkımız olamayacağı açık. Fakat Fatih’e Roma İmparatorluğunu yakıştıran, onun bu düşünceye yatkın olduğunu ima eden tekerlemeler sürüp gider.

Fatih’in çevresindeki Bizanslı bilginler, en ünlü vezirinin Bizanslı bir asil aileden gelmesi, Gentile Bellini’nin İstanbul’a gelip Fatih’in portresini yapması, Michelangelo’nun İstanbul’a gelmiş olma, Leonardo’nun Haliç üzerinde bir köprü projesi yapmış olma olasılıkları, Türklerin Otranto’ya asker çıkarmaları, Fatih’in Rumca bilmesi türünden olgular birikip, bunları çevresinde bir çok hikâye gelişince Türklerin Rönesans’a bir katkısının var olduğu, ya da bizim de bir tür Rönesans geçirmiş olduğumuz doğrultusunda bir efsane oluşmuştur. Ciddi tarihçilerimiz bunun bazı olguların varlığı dışında, Osmanlı kültürel gerçeği ile ilgisi olmadığını bilirler.

Fakat hiçbir Osmanlı tarihçisi Türklerin Rönesans’a katılmamasının ne sonuç verdiğini vurgulayan bir şey yazmamıştır. Bu satırların yazarının bilmediği bir yorum varsa bile, bu tür bir yorumun genel geçer Osmanlı Tarihi yazımında insanların bilinç ve belleğinde yer tutacak bir önem kazanmadığı açıktır. Osmanlı kültürünün bir Rönesans deneyinden geçmemiş olmasının İmparatorluğun batmasından Türkiye’nin bugünkü geri kalmışlığına kadar bir temel eksiklik olarak bugüne kadar anlaşılmadığına, daha doğrusu yeterince değerlendirilmediğine inanıyorum.


Kuşkusuz İtalyan Rönesans’ı her şeyden önce Yunan- Roma antikitesine dayalı bir edebi hümanizma akımı olarak Giotto ya da Masaccio’dan önce Petrarca’yı akla getirir. Osmanlı- Türk kültürü bağlamında yanıtlanması gereken, Neoplatonizm’e İbn-i Sina’nın bıraktığı yerden devam etmeden bilimsel düşünce gelişebilir miydi, sorusudur.

Fatihin genç dahi hocası Sinan Paşa’nın Maarifname’sinde, yazılarımda sık sık yinelediğim ‘aklın şeriat karşısında sustuğu’ düşüncesi, Osmanlı kültüründe egemendir. 9. yüzyılda İslam halifelerinin Arapça’ya çevirttikleri Hellenistik felsefe ve bilim yapıtlarının Fatih’in döneminde neden bir Türkçe’ye çeviri akımına dönüşememesi de sorgulanmamıştır.

Rönesans nasıl bir dünya vizyonuna yol açıyordu?

Biz resim ve heykel yapmamak, Roma antikitesine biçimsel ve yapısal bir bilgi kaynağı olarak bakmamakla ne kaybettik? Ya da bir şey kaybetmedik mi? Bunlar Osmanlı- Türk kültürünün biçimlenmesine nasıl yansıdı?

• Bunların yerine yaşamımıza başka araçlar kattık mı?

• Örneğin minyatür, resmin yerini tuttu mu?

• Resim ve heykelle, anıtsal yapılarla zenginleşen bir fiziksel çevre imgesi olmadan, bilimsel düşünce gelişebilir miydi?

• Osmanlı İmparatorluğu, 18. yüzyılda orduya topçulukla birlikte geometri, haritacılık öğretmek gerektiği zaman neden yabancılara başvurmak zorunda kalmıştı?

• Büyük Petro’nun St. Petersburg’ta açtırdığı matematik okullarını biz İstanbul’da neden açamadık?

• Memalik-i Osmaniye’nin sınırlarının giderek Türkiye sınırlarına gerilemesine yol açan temel eksikler arasında bilimsel eğitim zayıflığı yok muydu?

• Bunu tartışmayı engelleyen virüs bugün hâlâ yaşıyorsa, çağdaş dünya ile aramızdaki 300 yıllık entelektüel uçurumu nasıl aşacağız?

• Yunan-Roma felsefesini dışlayıp, bilimsel etkinliğin doğasını değil düşünmek, tartışmak zahmetine bile katlanmadan 20. yüzyıla gelmek bize neye patladı?

Buna benzer binlerce soruyu sormadan yaşayan bir toplum kültürünün doğasını hâlâ anlamıyorsak 21. yüzyılda dünyada ki yerimiz neresidir?

Soru sormadan yaşamasını öğrenmiş toplumun davranışı benim ‘örgütlü cehalet’ olarak adlandırdığım durumdur, ya da dramdır. Bu bütün toplumu felç eden çelik bir mayoya benziyor. Osmanlı kültür mirası temelde bu davranıştır. Türkiye’nin dinmeyen ağrısı ve geleceğini tehlikeye düşüren toplumsal sorun budur. Bu Osmanlıdan ilk Cumhuriyete, oradan Demokrat Parti’ye, o zamandan bu yana giderek katmerleşerek devam eden, sonunda beyni ipotek altında, tüketici robotlar yetiştiren bir geri kalmış toplum davranışıdır.

Geri kalmanın virüsleri toplumun düşünsel yapısındadır. Sivil-asker, köylü-şehirli, okumuş-okumamış, gerici-ilerici fark etmiyor. Örneğin televizyon, reklam ve internetten geçilmeyen dünyada, ilk Cumhuriyet’in hızıyla ya da tesadüfen yetişenler dışında, Türk toplumunun resim ve heykelden nasibi hâlâ yok. Telefonla fotoğraf çekme sıtmasına hemen yakalanan bu toplum resim ve heykel’in çevrelerinde öğretici ve güzelleştirici bir işlevi olduğunu öğrenemedi.

Bir antolojide William James’in 1906’da söylediği bir söze rastladım: “Sadece kancık başarı tanrısına (bitch-goddess Success) tapmak ahlakı bozar”. Bunu Amerika için söylüyor. Eh, şimdi biz de Amerika’dan başka bir şeye özenmiyoruz. A.N. Whitehead de şöyle demiş: “Sadece başarı amaçlamak yetişmez. Bu kendini yok eden bir at görüşlü dünya yaratır.” Amerikanın bilgeleri de var.

Aziz Nesin gibi düşünmüyorum

Türkler de her ulus kadar zekidir. Türkiye’yi 13. yüzyıldan bu yana sayısız akıllı ve duyarlı insan bugüne ulaştırmış. Cumhuriyet Atatürk gibi çağdaş dünyayı anlayanların ve onlara inananların ‘concensus’u ile kuruldu. İran’la, Pakistan’la, Endonezya ve Mısır’la karşılaştırınca, kafası kumda devekuşları dışında, bu farkı herkes açıkça görür. Bu bir Rönesans potansiyeli gösterisi değil, bir Cumhuriyet farkıdır.

Fakat toplumun cahil kesimi neredeyse yarım yüzyıldır çağdaşlaşmaya direniyor. Avrupa Birliği’ne katılmak ister gibi görünürken sürünen bir Mısır’a, ya da bütün petrol zenginliğine karşın adam başına geliri ekonomisi batık Yunanistan’dan aşağı düşen Suudi Arabistan’a özeniyor. Bu çelişkilerin destekleyicisi dış odakların tavsiyelerini de yabancı yayınlarda okuyoruz. Kendi geleneklerine aykırı söylemler üreten utanmaz insanlar.

Rönesans’ı ıska geçtiğimiz için kökeni ona dayalı hiçbir çağdaş olguyu anlamıyoruz. Bütün İslam dünyası ve Asya halklarının büyük kütlesi ile paylaştığımız bir taklit ortamında yaşıyoruz. Ne var ki Avrupa skolastik felsefesinde Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşt önemli referanslardı. Oysa Rönesans’dan bu yana referans verilen bir İslam düşünürü yok. Çağdaş İslam düşünürleri Batı ülkelerinde yaşayıp üretiyor. Osmanlı düşüncesi dünya düşünce tarihinde hiç temsil edilmiyor. Hiçbir düzlemde dünya ile bağlantı kuracak bir düşünce üretememişiz. Yaşamımda en büyük mutluluk bu konuda yanılmış olduğumu kanıtlayan bir yapıtın ortaya çıkması olurdu.

Böyle bir bilginin varlığını bekleye duralım, 15. yüzyıldan bu yana resim, heykel yokluğu, matematiksel düşüncenin ve bilimin gelişmemesi ve felsefe yokluğu, Osmanlı okumuşunu önce Rönesans cahili yapar.

Günümüz ulusal eğitimi de felsefe ve sanat yoksulu adam yetiştiriyor. Gazetelerde müzelerden resimlerin çalındığını duyurdular. Sonra bunların bir bölümünün devlet dairelerinde asılı olduğu yanıtı geldi. Bu bir ölçüde doğrudur. Cumhuriyetin başından bu yana Dolmabahçe mobilyalarını meclis başkanlarının konutlarından başlayarak devlet dairelerine taşındığı hikayelerini işitiriz. Ne var ki yapıtlarımızı sergileyebileceğimiz doğru dürüst bir müzemiz de hiç olmadı. Sayın idarecilerimizin bazı sanat yapıtlarına ilgi duymuş olmalarını kültürel bir bilinçlenme aşaması olarak değerlendirip sevinebiliriz.

Kendimizi aldatmayalım. Toplumun bir sanat eğitimi yoktur. Estetik duyarlığı acınacak düzeydedir. Ne var ki dünyada bir İtalyan Rönesans’ı daha olmayacak.

Geçen yüzyılların keşifleri gibi, bu da Türk toplumunun katılmadığı bir uygarlık yolculuğu.

Örgütlü cehaletin bize kaç tren kaçırttığını hiç düşündünüz mü? Peki, bu cehaletle 21. yüzyılın hangi basamağına ilişeceğiz?

Doğan Kuban

Doğan Kuban'ın anısına saygıyla. Bu yazı HBT'nin 178. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban