Lisenin ilk döneminde fizik dersinden kalmıştım. Yanılmıyorsam ilk ünitelerden bir tanesi kaldıraçlar idi ve konu ile benim dünyam arasında anlamlı bir ilişki kuramadığımdan içeriği merak etmiyordum. İkinci dönem artık eşit ağırlık seçeceğimiz kesinleştiğinde arkadaşlarımla aramızda şöyle bir muhabbet geçtiğini anımsıyorum, “Hayatta işime yaramayacak şeyleri öğrenerek zaman kaybetmek istemiyorum. Mesela türev ne işimize yarayacak ki, bu bilgiyi ne yapacağız?”
Bakış açısı yanlış olsa da sonuçta 14-15 yaşlarındaydık ve kimse bize bu bilginin neden önemli olduğunu anlatmamıştı. Bugün de çoğu lise öğrencisinin benzer kanaatlere sahip olduğuna neredeyse eminim. Fakat cahil ergenler olmamıza rağmen sorduğumuz soru hiç de haksız değildi, “Bu bilgiyle ne yapacağız?” Bu soru, yani bilginin değeri, hala önemini koruyan başlıca meselelerden bir tanesi. Çok fazla bilgili olmak suretiyle amaçladığımız şey nedir sahi?
Fizik dersinin başlangıcında öğreneceklerimizin içerisinde yaşadığımız, hatta bir parçası olarak hikayesinde rol oynadığımız evrenin nasıl işlediğine dair bir resim oluşturma çabası olduğu anlatılsaydı, aslında yıldız tozundan geldiğimizi bilseydim, kurduğum ilişki bambaşka olabilirdi. Bunu kendi başıma kavramam birkaç seneyi aldı.
Pedagojik formasyon almış bir eğitmen değilim, fakat farklı yaş grupları ve sosyo-kültürel arka plandan binlerce kişiye temel felsefe tarihi bilgisi anlatmayı denediğim için basit gözleme dayanan bazı fikirlerim var. Bilginin üretimi değil de iletiminde genellikle gözden kaçırılan birbiriyle ilişkili üç şey olduğunu düşünüyorum; anlamı, pratiği ve neşesi.
Herhangi bir bilginin o bilgiyi edinen kişinin algısında, düşüncesinde, davranışında yansımasını görmek istiyorsak, bilgiyi vermeden önce yapılacak en temel şey, anlatılan ile öğrenen kişi arasında anlamlı bir ilişki kurulmasını sağlamak olmalı. Konu kaldıraçların teorisi değil; bu teori ile benim yaşamım arasındaki ilişki. Dahası bu süreci de neşe ile yaratmalı. Çocukken izlediğim beyzbol temalı bir filmde takım koçunun oyunculardan birine söylediği şeyi hiç unutmam; “Keyif almıyorsan yanlış yapıyorsundur.” Herhangi bir eylemi veya entelektüel etkinliği yaparken ondan keyif almak onu sığlaştırmak değildir; nitekim keyif almadan yaptığınız şeyin hayatınızda kalıcı olmasına imkân yok. Felsefe, fizik, matematik kişiyi hayretler içerisinde bırakan merak uyandıran alanlar olabilir ki en alasından öyledir!
Felsefe kutsal değil
Bu yüzden 2018’de Pelin Dilara Çolak ismiyle klasik felsefe tarihi anlattığım, kendine has bir retoriği ve konsepti olmayan bir kanal açmak istemiyordum, aynı zamanda eğlenceli olması gerektiğini düşünüyordum. Bu yüzden kanalı açmadan önce kullanacağım renkleri ve insanlardaki etkisini bile düşünmüştüm. 4 sene önce sosyal medyada felsefe yayını yapmak pek alışılageldik bir şey değildi. Akademide kimileri yeterince ciddi olmamasını küçümsemişti (o kişilerin bazıları şimdi Youtube kanalı sahibi).
Bir grup insan özellikle felsefenin ağır, karanlık, ciddi, yaşlanınca yapılması gereken bir etkinlik ve dahası felsefecilerin takınması gereken adabı muaşeret kuralları olması gerektiğini düşünüyor. Açıkçası bu fikir bana oldukça saçma geliyor. Felsefe kutsal bir öğreti değil; bir düşünme metodu. İsterseniz eğlencenin, şarabın, seksin, uyuşturucunun bile felsefesini yapabilirsiniz. Felsefe, bilim gibi etkinliklerin yeni dogmalar, kutsallar haline getirilmesi en olmaması gereken şey olur. Haliyle bu pratiklerin yaygınlaşmasına katkı sağlayacak her girişimi de destekliyorum. Bu ister ister popüler bilim ister public philosophy (yani kamusal felsefe) olsun.
Geçtiğimiz günlerde IAI - Sanat ve Fikirler Enstitüsü’nün İngiltere’de düzenlediği, Zizek, Dawkins, Penrose, Harari gibi çağın en ünlü entelektüellerinin de konuşmacı olduğu “How to light gets in?” (Işık İçeri Nasıl Girer?) isimli felsefe ve müzik festivaline gittiğimde benim misyon ve hayallerimin gerçekleştiğini gördüm. Enstitüsü’nün kurucusu Hilary Lawson, Oxford mezunu tanınmış bir filozof, sloganı ise “Dünyanın Düşünme Şeklini Değiştirelim!” Bence de! Bir yanda dünyaca ünlü isimlerle çadırlarda felsefe, fizik, sinirbilim, iklim tartışılıyor, bir yanda ise farklı çadırlarda müzik, sinema, komedi, kabareye değin geniş perspektifte sanatsal etkinlikler oluyor. 5 gün boyunca tüm meraklılar birlikte kamp yapıyor, düşünüyor, konuşuyor. Çünkü geleneksel okul duvarlarını aşan böyle bir alan olmaksızın ezbere dayalı bilgi yüklemesinin anlamlı bir entelektüel etkinliğe dönmesinin imkânsız olduğu artık bariz sanıyorum.
Başka bir eğitim de akademi de entelektüel topluluk da mümkün.
P. Dilara Çolak / pelindilaracolak@hotmail.com
Bu yazı HBT'nin 325. sayısında yayınlanmıştır.