Neden Türkiye’den filozof çıkmıyor?

P. Dilara Çolak
Neden Türkiye’den filozof çıkmıyor?

Geçtiğimiz günlerde ünlü yazar, düşünür, şair, akademisyen, çevirmen Oruç Aruoba’yı kaybettik. Vefatına ilişkin basına yansıyan haberlerin neredeyse hepsinde kullanılan ortak başlık dikkat çekiciydi: Türkiye’nin Nietzsche’si. Medyadaki kopyala yapıştır mantığının rahatsız ediciliği bir yana, başlık acı başka bir şeyi daha gösteriyor aslında. Ne kadar özgün çalışmalar yaparsan yap Türkiye’de kendin olarak var olamıyorsun. Batılı örneklerle kıyaslanıp, olur da onlara eşdeğer görülürsen bu sefer de yine onlarla ilişkili olarak övülüyorsun. Oysa başlıklara verilen tepkinin de dile getirdiği gibi Oruç Aruoba, Türkiye’nin Nietzsche’si değil; Türkiye’nin Oruç Aruoba’sıydı. Kendi olarak düşündü, kendi olarak yazdı.

Otantikliğe müsade etmeyen bu durum, yani batılı olduğun ölçüde var olman durumu, Türkiye’deki felsefenin krizini de özetliyor bir bakıma. Aruoba bir röportajında, Türkiye’deki felsefe hocalarının hep bir dışarlıklı akımının Türkiye acentesi olduklarını, yani felsefeyi ithal ettiklerini söyler. Buna karşın, “İthal felsefe, felsefe değildir. Tabii ki etkilenme denen şey vardır; ama, felsefe tarihi okumaları ancak kendi düşünceleriniz için hareket noktaları oluyorsa bir işe yarar.” Bu yüzden onun bir doktora öğrencisine verdiği öğüt hiç aklımdan çıkmaz: “Git, kendine yakın bulduğun bir filozof bul, seç, onu ıcığına - cıcığına varasıya oku, anla, öğren; sonra da, unut.”

Aruoba’nın felsefesi ithal felsefe değildi, kendine özgü bir yöntem geliştirdi. Felsefeyle tanıştıktan sonra bir süre akademik yazılar yazdı, fakat 1983’de akademisyenliği terk etti; 1986’dan sonra hep yazdı. “Ben kitap yazmadım, kitaplarım kendilerini yazdırdılar.” demişti başka bir röportajında. Bir şeyleri anlamaya çalışmak; eğri olduğunu gördüğü bir şeylerin doğrusunu bulmaya çalışmak; bir şeyi tam olarak dile getirmeye çalışmak... Yazma çabasını böyle tanımlıyordu. Onun için felsefe ve şiir yakın olgulardı. Hatta neredeyse özdeşti. Çünkü dünya içinde var olma hep kendini dile getirmek ise şiir (bir çeşit felsefe olarak), dilin kısırlaştırılmış halinden kurtarılması anlamına gelir.


Buna karşın günümüzde Anglosakson düşünce dünyası Kıta Avrupa’sında yapılan felsefe tarzını küçümser bir tavırla “Bu felsefe değil, sanat!” eleştirisinde bulunur sıklıkla. Oysa insanı insan kılan etkinlikler olmaları bakımından felsefe ve sanatın sınırları kesin bir şekilde belirlenebilir değildir. Homo sapiens ilk aleti kullanıp soyutlama yoluyla dildeki imgeleri yarattığı andan beri sanatçıdır. Zaten tam da bu edimiyle atalarından ayrılarak homo sapiens —yani insan olur. O yüzden bence felsefenin sanatsallaşması veya edebiyat olması bir eleştiri değil; olsa olsa övgüdür.

Peki bu durum yani şairane - düşünsel etkinlik Aruoba’yı filozof yapar mı? Verdiği başka bir röportajda kimsenin kendisine filozof diyemeyeceğini, hatta kendisine filozof diyenin filozof olmadığını söylemişti.

Kelimelerin tarihte kazandıkları ağırlıktan dolayı filozof denildiğinde biz bugün genellikle ulaşılan bir mertebe, kazanılan bir unvan olduğunu düşünmeye meyilliyiz. Oysa Sokrates’in ünlü sözünde de belirttiği gibi, her şeyin bilgisine sahip olmak imkânsız olduğundan, filozof olmak özünde daima bir eksikliği ifade eder.

Kelimenin kendi kökene dönersek, Eski Yunanca’da filozofa karşılık gelen kelime philosophos; bilgeye karşılık gelen kelime ise sophos idi. Bu yüzden filozof, bilgelik mertebesine ulaşan değil; ulaşamayacağını bile bile yine de kendiyle kafa kafaya verip yolda olan kişidir. Her ne kadar Aruoba kendisini bir yazar olarak görse de Türkiye’de felsefe yapan, hayatını yolcu olarak geçiren ender kişilerden biri olması sebebiyle bence filozof sıfatını layığıyla taşıyordu.

“Kalabildiğimiz tek yer, ötekilerin bellekleridir.” (Aruoba, Yürüme, 1992)

Saygı ve hürmetle anıyorum.

P. Dilara Çolak


Bu yazı HBT'nin 220. sayısında yayınlanmıştır.

P. Dilara Çolak