Ockham’ın usturası: Basit, doğru olmaya her zaman daha yakındır

P. Dilara Çolak
Ockham’ın usturası: Basit, doğru olmaya her zaman daha yakındır

Dijitalleşmenin bilgi edinme alışkanlıklarımızı büyük ölçüde değiştirdiği bugünlerde herhangi bir bilgiye saniyeler içerisinde ulaşabiliyoruz. Bu büyük ve hızlı data okyanusunda artık hangi bilgiyi seçeceğimiz, hangi bilgileri aklımızda tutabildiğimizden daha önemli hale geldi. Doğru bilgiye ulaşmak için bir işlemci gibi çalışan beynimize yeni filtreler eklememiz gerekiyor. Geçtiğimiz günlerde hangi açıklamanın daha makul olduğu konusunda kararsızlık yaşadığım bir anda Ockhamlı William’ın Usturası adı verilen bir yöntemi hatırladım. Seçme ve karar verme ediminin büyük bir ustalık gerektirdiği 21. yüzyılda hem teorik hem de pratik hayatımızda uygulanabilir olduğu için bahsedilmeye değer olduğunu düşünüyorum.

Yöntemden söz etmeden önce onu ileri süren düşünürü biraz tanıyalım. Ockhamlı William, 13. yüzyılın sonu ve 14. yüzyılın başında yaşamış İngiliz bir Fransiskan Papazı. O dönem Avrupa’da kilisenin öğretilerini Platon ve Aristoteles felsefesi odağında yorumlayan Skolastik Felsefe hakim idi. Ockhamlı William, dönemin diğer düşünürlerinden farklı olarak şüpheciliği elden bırakmayarak bazı dogmalara karşı radikal fikirler ileri sürdü. Örneğin, Katolik kilisesinin özel mülkiyet hakkına şiddetle karşı çıktı. Bu işin politik - teolojik yanı tabii. Bu genel tanıştırma merasiminden sonra asıl konuya gelelim.

Basit olan açıklama daha az yanılır


Ockham’ın Usturası adlı yönteme göre, en basit açıklama doğruya en yakın olandır. Aynı şartlar altında iki açıklama varsa, daha basit olan daha az varsayımda bulunuyor demektir. Haliyle yanılma payı daha azdır. William’a göre herhangi bir soruyu çözmek için şeyleri gerekmedikçe çoğaltmamalısınız. Yani bir açıklama modeli sunarken olur olmaz yeni kavramlar, bağıntılar üretilmemeli.

İronik bir biçimde, dogmatik Ortaçağ’ın filozoflarından birinin sunduğu bu yöntem ile en çok bilimsel literatürde karşılaşıyoruz. Bunun nedenini anlamak için bilginin ne olduğunu düşünmek gerekiyor. Platon, Theaetetus diyaloğunda bilgiyi gerekçelendirilmiş doğru inanç olarak tanımlar. O halde bilgiye giden yolda, doğru olduğuna inanarak gerekçelendirmeye çalıştığımız, buna karşın henüz deney gözlemle doğrulayamadığımız varsayımları ele alırken kullanabileceğimiz iyi bir yöntem bu Ustura. Çünkü Amerikalı Gökbilimci Carl Sagan’ın oldukça güzel bir şekilde ifade ettiği gibi “Olağanüstü iddialar, olağanüstü kanıtlar gerektirir.”

İnancının aleyhine sonuç verdi

Sagan’ın Contact (Mesaj) adlı kitabından uyarlananan aynı isimli 1997 yapımı bir bilim kurgu filmi vardır. Filmde uzaylılar, insanların başarılı bir uzay yolculuğu gerçekleştirebilmesi için inşa edilmesi gereken araca ilişkin bir dizi teknik talimatı içeren bir mesaj yollar. Mesaj üzerine milyonlarca dolar masraf yapılarak bir uzay aracı inşa edilir. Sonrasında bu araçla kimin yolculuk yaparak uzaylılarla buluşacağına dair bir seçim düzenlenir.

Seçim komitesinde yer alan teologlardan biri, başrol oyuncusu fizikçi Dr. Eleanor Ann’e “Tanrı’ya inanıyor musunuz?” şeklinde provakatif bir soru sorar. Soru üzerine doktor, “Koşullar eşit olduğunda akla en yakın açıklama en doğru açıklamadır.” diyerek üstü kapalı bir biçimde tanrıya inanmadığını ifade eder.

Nitekim geçtiğimiz yüzyıllardaki insanlar için Tanrı fikri, karmaşık evrenin kavranışında indirgeyicidir. Basit bir açıklama sunar. Fakat sanıyorum ki bugünkü bulgular ve sorulan yeni sorular karşısında basit olmaktan çıkarak olağanüstü açıklamalar gerektiriyor. Filmdeki Dr. Ann, Ockham’ın Usturasını bu şekilde yorumlamış olmalı.

Yöntemin uygulanışı ve sonucunda ulaşılan argümanın doğru olup olmadığı elbette tartışma açık. Bence ulaşılan sonuçtan ziyade yöntemin bu ve benzer bilim kurgu filmlerinde sıklıkla kullanıyor olması dikkat çekici. Nitekim söylediğim gibi Ockhamlı William bir papazdı. Bilgi ve inanç nesnesinin birbirinden ayrılması gerektiğini savunurken gelecekte bir gün kendi yönteminin inancın aleyhine kullanacağını tahmin dahi etmemiş olmalı.

P. Dilara Çolak


Bu yazı HBT'nin 217. sayısında yayınlanmıştır.

P. Dilara Çolak