Olgular, değerlerden arındırılabilir mi?

P. Dilara Çolak
Olgular, değerlerden arındırılabilir mi?

Galileo Galilei, 1615 yılında yazdığı ünlü metni Grand Düşes Christina’ya Mektup’ta o dönem pek çok kişinin karşı çıktığı güneş merkezli Kopernik evren modelinin fiziksel bir gerçeklik olduğunu, bu açıdan yadsınmasının mümkün olmadığını dile getirir. Gerçeğin tek olmasından dolayı doğa yasası karşısında onu konu edinen kişilerin değerlerinin hiçbir önemi yoktur. Bu açıdan bilimsel etkinlik bir nevi hakikatin ortaya çıkartılması edimi gibi görülebilir.

Mektup boyunca sürdürülen tartışmadan çıkartılabilecek en önemli sonuç, Galileo’nun fiziğin alanı ve değerlerin alanı arasında yaptığı ayrımdır. “İncil bir fizik kitabı değildir!” diyen Galileo’nun yaptığı bu sınır belirlenimi genellikle modern bilimin başlangıcı olarak kabul edilir.

17. yüzyıl bilim devriminin genel karakteristiğini yansıtan bu bakış açısı pek çok açıdan değerli ve geçerli olsa da, bizler mutlak hakikat fikrinin dağıldığı postmodern çağın insanları olarak nesnel bilgi meselesini yeniden düşünmeliyiz. Olgular alanı insani değerlerden gerçekten soyutlanarak ele alınabilir mi? Ya da başka bir açıdan sorarsak, kişi bilim insanı olduğunda kendi bakışından kurtulabilir mi?


Galileo’nun mektubundan yaklaşık 350 yıl sonra pek çok bilim felsefecisi bilimsel etkinliğin belirleyici özelliklerinden biri olarak görülen olgu - değer ayrımını yapmanın tam olarak mümkün olmadığı göstermeye çalıştı. Norwood Russell Hanson, Patterns of Discovery adlı kitabında ‘ders kitaplarında anlatılan ideal bilim’ ile ‘bilim insanlarının keşifleri olarak gerçek bilim etkinliği’ arasındaki farkı vurgular.

Elbette her bilim, bilim topluluğunun ve zamanın tutarlılık sınavından geçer. Bu açıdan nesnelliğe olabildiğince yaklaşmaya çalışır. Fakat Hanson’un vurguladığı gibi, bu durum bir bilimsel keşif gerçekleştikten sonra yaşanır. Oysa keşif, yapılan keşfin test edilmesinden farklı bir şeydir; onu önceler. Keşif aşamasında keşfeden kişinin öznelliği indirgenemez şekilde rol oynar. Aynı olgusal gerçekliğe bakan iki farklı kişi aynı şeyi görmeyebilir. Görmenin yalnızca fizyolojik bir süreçten ibaret olmadığı iddiasını göstermek adına Hanson, farklı kişiler tarafından farklı biçimlerde görülen çizimleri örnek gösterir.

Hem genç bir prenses hem yaşlı bir kadın olarak görülebilen çizimler vardır. Bazı insanların her ikisini de görmesine karşın kimileri yalnızca birini görür. Oysa hepimizin bakmakta olduğu çizim birdir. Bu yüzden ne gördüğümüz yalnızca bakılan nesnenin kendi doğasına bağlı değildir der Hanson. “Nesnelerin görsel yönünü belirli şekillerde takdir etmeye hazırız. İçindeki öğeler rastgele kümelenmez.” Bu durum bize fiziksel durum ile görsel deneyim arasında bir fark olduğunu gösterir. Görme etkinliği belirli bir yargı içerir, yargı ise öznelliğin izini taşır.

Tyco Brahe ve Johannes Kepler, aynı görme fonksiyonuna sahip olmasına ve aynı nesneye bakmış olmasına rağmen güneş sistemimizi farklı şekillerde görmüştür. Çünkü bildikleri ve inandıkları, gözlemlerini şekillendirmiştir. Bu açıdan bilimsel bilginin homojenlik iddiası, bilgiyi üreten öznelerin heterojenliği dikkate alındığında sarsılır. Bilimsel bilgi fail insanların konumlarına bağlı olarak ürettikleri ya da her birinin özgül katkılarıyla genişleyen bir ilişki ağı olarak belirir.

Bu sebeple bilim felsefesi alanında çalışmalar yapan başka bir düşünür Donna Haraway, insanın sınırlı konumundan hareketle konumlu bilgi ortaya koyduğunu göstererek yeni bir bilim yapma yolu önerir. İnsanın konumlu bilgisini nesnel bilime sürülmüş bir leke gibi görmez. Aksine insanın konumlu bilgisi, bedensiz nesnel bilimin aksine, sorumluluk kabul eder. Neyi ne şekilde görmeyi seçiyoruz? Tüm edimlerimizin nihayetinde ‘konumlu bilgi’ olduğu kabul edildiği takdirde farkında olmadan bizi hataya sevk eden bir takım farklar görünür hale gelebilir. Kültürel olmayan bilgi diye bir şey olamayacağını söyleyen Haraway, gerçeği görmezden gelmenin bulunabilir olan diğer şeyleri engellediğini iddia eder. Belki de sınırlı insanın sınırlı insanlığıyla barışmasının vakti gelmiştir.

P. Dilara Çolak

Bu yazı HBT'nin 250. sayısında yayınlanmıştır.

P. Dilara Çolak