Sandık var, demokrasi yok: Sessiz çöküşün anatomisi

Özlem Yüzak Y
Sandık var, demokrasi yok: Sessiz çöküşün anatomisi

Demokrasiler çöküyor… Üstelik öyle askeri darbelerle falan değil; halklar tarafından seçilmiş liderlerin demokratik kurallarını esneterek, kurumları kendi lehlerine yapılandırması ile çöküyor. Soğuk Savaş sonrası dönemde demokrasilerin çöküşüne bakıldığında, en yaygın formun askeri darbeler değil, seçilmiş liderler tarafından yürütülen demokratik sistemi içten içe çökertme girişimleri olduğu görülüyor.

Yale Üniversitesi siyaset bilimci Milan W. Svolik, bu durumu inceleyerek şunu soruyor: Demokrat olmayan eylemlerde bulunan seçilmiş liderleri halk ne zaman dizginleyebilir? Bunu anlamak, günümüz demokrasilerinin hayatta kalma dinamiklerini çözmek açısından kritik.

Freedom House verilerine dayanarak yapılan analizde, 1973–2018 yılları arasında 197 ülke “özgür” veya “kısmen özgür” kategorisinden düşmüş ve bu çöküşlerin çoğu (%45) lider kaynaklı bir altüst etme (executive takeover) yoluyla gerçekleşmiş. Askeri darbeler ise bu istatistikte ikinci sırada yer alıyor. Yani otoriterleşmelerin yeni formu “demokrasi içinde demokrasi yıkımı”— seçilmişlerin sistemle oynayarak demokrasiyi aşındırması— Peki seçmenler, iktidar sahiplerinin bu eğilimlerine niye engel olamıyor? Svolik, ‘bunun yanıtı siyasi kutuplaşmada gizli’ diyor.


Önce toplumu kutuplaştır

Svolik, kutuplaşmanın halkın demokratik denetim işlevini zayıflattığını vurguluyor. Kutuplaşmış toplumlarda seçmenler, demokratik prensiplere öncelik vermek yerine kendi partilerinin çıkarını savunmayı tercih ediyor. Bu durum, liderlerin sistemle oynayarak kontrolü güçlendirmesi için bir zemin yaratıyor. Hatta bazı kişisel anketlerde “demokrasiye olan destek”, halk gerçekten demokratik değerlere bağlı olsa bile, lider sahtekârlık yapsa bile oy vermeye devam ediyor düzeyinde görünüyor. Seçmenler, tercih ettikleri parti veya politikalardan vazgeçmesi gerektiğinde, demokratik ilkeleri göz ardı eden politikacıları cezalandırmaktan çekiniyorlar.

Seçilmiş liderler, seçimle geldikleri iktidarı kullanarak kurumları zayıflatıyor. Medya, yargı ve seçim kurulları üzerindeki kontrolü artırıyorlar. Bu değişiklikler genellikle yasal çerçevede yapıldığı için halkın bir kısmı tarafından meşru görülüyor.

Svolik’e göre bu süreç, demokrasiyi en görünmez ve tehlikeli şekilde eriten yöntem... Macaristan’da Viktor Orbán ve tabii hepimizin bildiği gibi Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan bunun tipik örnekleri. İki lider de iktidarlarını pekiştirirken, uzun süre hem seçimleri kazandı hem de toplumun önemli bir bölümünden destek gördü.

Demokrasiyi seviyoruz diyorlar, ama…

Svolik’in makalesi, “demokrasiyi seviyor musunuz?” tarzındaki anket sorularının sahte bir güvenlik hissi yarattığını öne sürüyor. Çünkü gerçek dünya seçimlerinde, insanlar demokratik değerlere sahip çıkacağı yerde partizan sadakat gösteriyor. Bu da, halen çoğunluk “demokrasiyi önemsiyorum” dese de, seçimlerde demokratik adaylar yerine kendi partisine sadık kalından adayları tercih etmelerini açıklıyor.

Demokrasiyi aşındıran liderlere destek neden sürüyor?

Oxford Üniversitesi’nden Scott Williamson’a göre, dünyanın dört bir yanındaki insanlar demokrasiye bağlı olduklarını söylüyor; rekabetçi seçimler ve temel özgürlükleri de demokrasinin temel taşları olarak görüyor. Ancak aynı kişiler, demokratik kurumlara zarar veren liderleri de destekleyebiliyor.

Bunun birkaç nedeni var:

  • Tanımda ortaklık, uygulamada ayrışma: İnsanlar demokrasinin ne olduğunda büyük ölçüde hemfikir olsa da, pratikte nasıl uygulanacağı konusunda derin görüş ayrılıkları var. Bu boşluğu anti-demokratik liderler kendi lehlerine çeviriyor.
  • Anlatının ters çevrilmesi: Liderler, demokrasiyi zayıflatıcı eylemlerini “demokrasiyi koruma” olarak sunabiliyor. ABD’de Trump’ın 2020 seçimlerini “Demokratların çaldığı” iddiası buna örnek. Sağcı medya bu söylemleri sürekli pekiştiriyor.
  • Taviz verme eğilimi: İnsanlar seçimlere sıkı sıkıya bağlı, fakat daha iyi ekonomik ya da güvenlik sonuçları karşılığında sivil özgürlükler ve denge-denetim mekanizmalarından vazgeçmeye daha açık. Bu da liderlerin önce özgürlüklere saldırıp seçimlere dokunmamalarını kolaylaştırıyor.
  • Türkiye ve ABD örneği: Trump’ın 2024’te seçimi kazanması, Amerikalıların seçimlerin hâlâ demokratik olacağına inanmasını sağladı; bu yüzden sivil özgürlüklere yönelik saldırıları tolere ediyorlar. Türkiye’de de “milli irade” söylemiyle benzer bir süreç işliyor.

Sonuçta, insanlar seçimlerin devam edeceğine inandıkları sürece, demokrasiye yönelik diğer saldırılar daha az tepkiyle karşılaşıyor. Muhalefetin bölünmesi de bu süreci hızlandırıyor.

İNSANLAR HANGİ KOŞULLARDA DEMOKRASİDEN VAZGEÇEBİLİR?

Vatandaşlar demokrasiyi ne kadar değerli buluyor? Büyüme, eşitlik veya diğer toplumsal sonuçlar karşılığında özgürlüklerinden ve oy verme haklarından ne kadar vazgeçmeye razılar? Bu soruların yanıtını 2 önemli araştırmada görüyoruz.

1.Araştırma

Çalışmanın ilki Brezilya, Fransa ve ABD’de yapılan bir araştırmada insanların demokrasiye bağlılıkları ölçüldü.  Yale ve Princeton üniversitelerinden araştırmacılar, üç ülkede 2000’er kişilik temsilî örneklemler üzerinde yenilikçi bir deney yaptı. Katılımcılara farklı özelliklere sahip “hayali toplumlar” tanıtıldı: bazı toplumlarda özgür seçim yoktu, bazılarında kamu sağlık sigortası bulunmuyordu; ayrıca gelir düzeyi, eşitsizlik ve sosyal hareketlilik koşulları da değiştirildi. Katılımcılardan bu toplumlar arasında seçim yapmaları istendi. Araştırmacılar “Bu sayede üç şeyi ölçebildik” diyorlar:

  1. Demokrasinin parasal değeri: Vatandaşların seçimlerden vazgeçmek için talep ettiği gelir düzeyi.
  2. Kamuoyunun demokrasi ile refah veya kamu hizmetleri arasında bir takas görüp görmediği.
  3. Demokratik çoğunluğun otoriter bir azınlığa dönüşme koşullarının olup olmadığı.

Üç Kat Gelir Bile Yetmiyor

Sonuçlar çarpıcı:

  • Özgür seçimlerden vazgeçmek için bireylerin gelirlerinin en az üç katına çıkması gerekiyor.
  • Kamu sağlık sigortasından vazgeçmek için ise gelirlerinin iki kattan fazla artmasını istiyorlar.
  • ABD’de demokrasiye verilen değer daha yüksek; Fransa ve Brezilya’da biraz daha düşük ama yine de güçlü.

Her üç ülkede de küçük bir otoriter azınlık var, ancak çoğunluğu ikna edecek bir “paket” oluşturmak neredeyse imkânsız. Araştırma, son yıllarda sıkça dile getirilen “demokrasi krizi” söylemine karşı önemli bir bulgu sunuyor: Liberal demokratik değerler, yüksek ve orta gelirli ülkelerde hâlâ güçlü bir toplumsal zemin üzerinde duruyor.

2.Araştırma

Demokrasi kaç paraya satılır?

32 ülkede 35 bin kişiyle yapılan deney, seçimlerin halk için en vazgeçilmez unsur olduğunu, fakat yargı ve ifade özgürlüğünün kolayca gözden çıkarılabildiğini ortaya koyuyor.

Demokrasiler neden zayıflıyor? Seçilmiş liderler, halkın gözü önünde kurumları aşındırırken nasıl oluyor da hâlâ destek bulabiliyorlar? Anja Neundorf (Glasgow), Sirianne Dahlum (Oslo), Kristian V. Skaaning Frederiksen (Aarhus) ve Aykut Öztürk (Glasgow) tarafından yürütülen çalışma bu sorulara yanıt aramış. 2022–2023 yılları arasında 32 ülkede 35 binden fazla kişiyle yapılan kapsamlı bir deneysel anketten oluşan geniş kapsamlı bir çalışma, Hem demokrasi hem otokrasi örnekleri var; Türkiye, ABD, İngiltere, Avustralya, Brezilya, Venezuela vb. bir deneyde katılımcılara “yaşamak isteyecekleri hayali ülkeler” sunuldu. Bu ülkeler rastgele farklı özelliklerle tanımlanıyordu:

  • Özgür seçimler olup olmaması,
  • Kuvvetler ayrılığı ve yürütme üzerindeki denetimler,
  • İfade özgürlüğü,
  • Ekonomik refah ve eşitsizlik,
  • Suç düzeyi,
  • Toplumsal cinsiyet eşitliği,
  • Kültürel çeşitlilik.

Katılımcılardan bu profiller arasında seçim yapmaları istendi. Böylece demokrasinin hangi unsurlarının “vazgeçilmez”, hangilerinin “takas edilebilir” olduğu ortaya çıktı.

Sandık Olmazsa Olmaz

Sonuç çok netti: Özgür ve adil seçimler, halkın en güçlü kırmızı çizgisi.

  • İnsanlar seçimlerden ancak çok büyük ekonomik refah artışı karşılığında vazgeçmeye razıydı.
  • Buna karşın, yürütme üzerindeki denetimler (örneğin bağımsız yargı, parlamento denetimi) veya ifade özgürlüğü, çok daha kolay “refah uğruna” gözden çıkarılabiliyordu.

Küresel Tablo

  • Araştırmaya göre 31 ülkenin tamamında, Avustralya hariç, katılımcıların çoğunluğu, ekonomik kazanç karşılığında yürütme denetimlerinden vazgeçebileceğini söyledi.
  • Genel örneklemde insanların %39’u, demokrasinin üç temel unsurunu birden (seçimler, ifade özgürlüğü, denetimler) refah için feda etmeye razıydı.
  • Ülkeler arasında fark vardı: Avustralya’da bu oran %23’te kalırken, Guatemala’da %48’e kadar çıktı.

Bu çalışma, çağdaş “seçimli otokrasilerin” neden cazip olduğunu gösteriyor: Vatandaşların önemli bir bölümü için ekonomi + seçimler yeterli bir meşruiyet formülü. Ancak yargı bağımsızlığı, güçler ayrılığı ve ifade özgürlüğü gibi liberal demokrasi unsurları, refah karşısında kolayca göz ardı edilebiliyor. Bu, demokrasilerin neden kırılgan olduğuna dair güçlü bir ampirik açıklama sunuyor.

Ya Türkiye?

Çalışmanın Türkiye ile ilgili bulguları da oldukça dikkat çekici. Belgede yer alan tabloya göre, Türkiye’deki katılımcıların demokrasi–refah takası konusundaki tercihleri şöyle özetleniyor:

Özgür seçimler: Katılımcıların yaklaşık %49’u, ekonomik refah uğruna seçim ilkesinden vazgeçebileceğini belirtmiş.

İfade özgürlüğü: Yaklaşık %51’i, ekonomik kazanç için bundan ödün vermeye razı.

Yürütme üzerindeki denetimler: Yaklaşık %50’si denetimlerin kaldırılmasını kabul edebilir.

Sonuçta: Katılımcıların yaklaşık %40’ı, özgür seçimler, ifade özgürlüğü ve yürütme denetimlerinin üçünden birden vazgeçebileceğini belirtmiş. Yani toplumun önemli bir kesimi, ekonomik güvenlik veya refah uğruna liberal demokrasinin temel taşlarını göz ardı etmeye hazır. Guatemala’da: Bu oran %48 ile çok daha yüksek. Yani neredeyse toplumun yarısı, demokrasiye karşı “ekonomik otoriter sözleşme”ye razı olabiliyor. Bu, otoriter popülizme toplumsal taban oluşturmanın daha kolay olduğu anlamına geliyor. Avustralya’da: Oran yalnızca %23. Bu, toplumun dörtte üçünün demokratik kurumları hiçbir şekilde feda etmeye yanaşmadığını, dolayısıyla demokratik istikrarın çok daha güçlü olduğunu gösteriyor.

Türkiye’nin “orta seviye” konumu ne anlama geliyor?

Türkiye, Guatemala gibi “yüksek riskli” ülkelerden farklı olarak hâlâ toplumun çoğunluğu demokrasiyi güçlü biçimde sahipleniyor. Ancak Avustralya veya Kuzey Avrupa demokrasilerinden de uzak; toplumun neredeyse yarısı, otoriterleşmeyi kabul edebilir durumda. Yani özetle: Türkiye, ne tam anlamıyla dirençli Avustralya gibi, ne de kırılgan Guatemala gibi. Ancak orta yerde durması, demokrasiye bağlılığın güçlü ama kırılgan olduğunu gösteriyor.

Bulgular, Türkiye’de halkın özgür seçimlere güçlü sembolik önem atfettiğini ama aynı zamanda yürütme denetimleri ve ifade özgürlüğü gibi liberal demokrasi unsurlarının, refah karşılığında göz ardı edilebileceğini ortaya koyuyor.

Bu da, Erdoğan döneminde görülen medya baskısı, yargı bağımsızlığının zayıflatılması ve seçimlerin meşruiyet söylemiyle korunması gibi adımlara toplumsal rıza üretilebilmesini açıklıyor.

Türkiye’de Kalkınmacı Propagandanın Gücü: Ekonomiyi Değil, Algıyı Yönetmek

Aykut Öztürk’ün araştırmasına göre Erdoğan’ın ‘Türkiye Yüzyılı’ söylemi, ekonomik kriz döneminde bile seçmenlerde umut ve bağlılık yaratmayı başardı.

Dr. Aykut Öztürk, Glasgow Üniversitesi’nde siyaset bilimi öğretim üyesi, eski Syracuse Üniversitesi doktorası sahibi, politik psikoloji, demokratik kurumların erozyonu, otokratikleşme ve Türkiye bağlamında kutuplaşma konularında uzman bir araştırmacı. Önemli bir makalesi daha var: Otoriter rejimlerdeki propagandanın, duyguları nasıl harekete geçirdiğini ve ekonomik değerlendirmeleri nasıl şekillendirdiğini Türkiye örneğinde gösteren bir çalışma.

Ekonomi kötüye giderken bile iktidarın desteğini korumasının sırrı: “Milli kalkınma anlatısı”

Türkiye’de son yıllarda sıkça duyduğumuz bir slogan var: “Türkiye Yüzyılı”. Bu ifade yalnızca bir seçim sloganı değil; aslında iktidarın yıllardır kurduğu kalkınmacı ulusal anlatının devamı. Peki, bu anlatı nasıl oluyor da ekonomik kriz, yüksek enflasyon ve işsizlik karşısında bile toplumun önemli bir kesiminde umut ve bağlılık yaratıyor?

Yakın zamanda Democratization dergisinde yayımlanan bir makale, bu soruya yanıt veriyor. Çalışmayı Aykut Öztürk (University of Glasgow) kaleme aldı

Araştırma iki soruya odaklanıyor:

-Neden “Milli Kalkınma Anlatısı” (NDN) yalnızca iktidar koalisyonu seçmenleri üzerinde etkili oluyor?

-Eğer bu etki sadece halihazırda iktidara oy vermiş seçmenlerle sınırlıysa, propaganda rejimin işine nasıl yarıyor?

Yanıt açık: Muhalefet seçmeni iktidar kanallarına güvenmiyor, bu nedenle “Türkiye ilk 10 ekonomi arasına girecek” gibi iddialara mesafeli. Buna karşın iktidar yanlısı seçmenler için NDN, Erdoğan’ın kahramanca rolünü ve muhalefetin engellemelerini içeren güçlü bir hikâye.

Duyguların Gücü

Araştırma, NDN’nin sadece bilgi değil, duygu ürettiğini gösteriyor.

Erdoğan bu anlatıyla seçmenleri için umut ve coşku kaynağına dönüşüyor.

Duygusal bağ kuran seçmenler, ekonomik veriler kötü olsa bile geleceğe iyimser bakabiliyor.

Bu iyimserlik, rejime desteğin sürmesini sağlıyor.

Özellikle “zayıf partizan”lar — iktidara oy vermiş ama sıkı parti bağı olmayanlar — bu anlatı sayesinde rejimde tutuluyor.

Türkiye’den Küresel Güney’e

Bu bulgular yalnızca Türkiye’ye özgü değil. Araştırma, Latin Amerika ve Asya’daki birçok ülkenin de benzer kalkınmacı anlatılar kullandığını, böylece liderlerin ekonomik krizlere rağmen halk desteğini koruyabildiğini vurguluyor.

Siyaset bilimi literatürü çoğunlukla korku ve öfke gibi olumsuz duygulara odaklanmıştı. Bu makale ise umut ve coşku gibi olumlu duyguların da otoriter rejimlerde ne kadar güçlü bir araç olabileceğini gösteriyor.

Kaynaklar:

Sciences Po+13Journal of Democracy+13Studocu+13

Journal of Democracy

Semantic Scholar+4Journal of Democracy+4Reddit+4

https://www.pnas.org/doi/10.1073/pnas.2306168120

Özlem Yüzak

Bilgi işçisi olarak tanımlıyor kendini... 15 yılı aşkın süredir Cumhuriyet Gazetesi’nde ‘Bilgi Toplumuna Doğru’ adlı köşesinde çağdaş dünyanın anahtarı olan bilgi, bilim ve eğitimin önemi üzerine yazıp duruyor. İnsanın doğa ve insan üzerinde kurduğu iktidardan dehşetli rahatsız; bu yüzden sürdürülebilir kalkınma, toplumsal cinsiyet, iklim değişikliği yine ilgi duyduğu alanlar arasında. “Kıskaçtaki İnsan ve İsyan” adlı bir kitabı bulunuyor.