Rönesans’ı dışlamanın bedeli

Doğan Kuban Y
Rönesans’ı dışlamanın bedeli

Sevgili Okurlar, Osmanlı Devletinin, İstanbul’un Fethinden yıkılmasına ve Demokrat Parti iktidarından bugüne kadar çözemediğimiz bir cehalet ortamında yaşıyoruz.

600 yıldan fazla süredir birlikte yaşadığımız coğrafi sınırlar içinde sürekli savaştığımız ve sonunda İstanbul’u işgal ederek İmparatorluğu sona erdiren Avrupa’nın Akdeniz ve Avrupa’da jeopolitik ortağıyız.

İtalya’yı ele geçirmeye çalıştık. Viyana’yı kuşattık. Girit, Ege adaları ve Kıbrıs’ı işgal ettik. Kırım’ı kendimize bağladık. Bacon, 16. yüzyılda “Doğu sınırımızı Türk devleti saptar” diyordu. Bu devlet, Rönesans kültürünü dışlayan Osmanlı İmparatorluğu idi. Bu dışlama sadece din temelinde de değildi. Çünkü halifelik Bağdat’a gittikten sonra Araplar Kureyşli halifelere de karşı olarak onların yaptıkları büyük hümanizma etkinliğine de karşı oldular.


İslam Rönesansı’ndan da haberleri olmadı

Bunun aracı, Gazali’nin ünlü ’Tehafüt’ kitabı idi. Felsefe ile ilişkileri zaten olmayan göçer Türklerin, Hıristiyan Rönesansı’ndan önce gerçekleşen İslam Rönesansı’nı da öğrenmediler. Böylece Farabi, İbni Sina, İbn Rüşt, İbni Tufeyl’den haberleri olmadı. Köylüsü okuma bilmiyordu, kentlisine felsefe yasaktı.

Fakat sultanın haremi, Enderun’da çalışanlar, özel yeniçeri ordusu Hıristiyan kökenliydi. Sultanların neredeyse tamamı Hıristiyan dönmelerin çocuklarıydı. Dünyada böyle bir kral sülalesi yoktur. Sultan ve Halifenin esir bir Hıristiyan kadından olması, ona ne kadar gösterişli ad takarsanız takın, bir asalet gösterisi olmaz. Ve şanslı genç ya da tesadüfi padişah devletin tek otoritesiydi.

Bu olağanüstü sistemin 700 yıl yaşaması da Machiavelli’den bu yana tartışılan ‘Prens’ kavramının sade Türkiye’ye özgü bir çözümüdür. Bu sorumsuz sultanların, saltanatının Osmanlıya neye mal olduğunu bugün anlayabilmek için tarihçilerin analiz ve sentezlerini görmek önemli.

Fabrika açılışları bayramdı

Cumhuriyet döneminde, Amerika’nın ve yabancı sermaye etkisinin daha belirgin olduğu 1950 sonrasının bir kaç dönemi ve karar mekanizması var. Türkiye nüfusunun patlayıp 15 milyondan 80 milyona çıktığı yıllarda asker ve sivil dönemler, karışık dönemler, dış baskılı dönemler ve cumhuriyetin devletçiliğin yerini alan liberal ekonomi üretiminin iniş çıkışları var. Bu başka ve çok geniş bir araştırma konusudur. Çünkü sadece ekonomik değil eğitimsel bir içeriği var.

Ben çocukluğumda her yeni açılan fabrikaya bayram olmuş gibi sevindiğimizi anımsıyorum. Biz ekonominin bilimsel tanımını bilmiyorduk. Fakat kendi ürettiğimiz mallarla iftihar ediyorduk. Yerli malı kullanmak büyük ulusal adımlar atmak demekti. Bir daha maliyemizi yabancıların eline bırakmayacaktık. 1938’de Nazilli Fabrikasının futbol takımı, Denizli ile oynamak için geldi. Halk Nazilli’de büyük bir fabrika kurulduğunu ve onun bir de futbol takımı kurduğunu biliyordu. Ankara’da lisede okurken Karabük’e çelik fabrikalarını görmeye gitmiştik. O zaman kara yollarımız çok azdı. Trenle gidiyorduk.

Çağdaşlığın simgesel işaretleri

Bu fabrikalar yeni Türkiye’nin ibadet ettiği sanayileşme tapınaklarıydı. Otobüs, otomobil ise ekonomisini yeni kuran harp sonrası bir ülke için lüks tüketim malları idi. Lise ve üniversite yaşamımı İstanbul’la Ankara arasında trene binerek uzun yıllar Türk kentlerinin modernleşmesini seyrettim. Bu modernleşmenin başında fabrikalar ve tren istasyonları geliyordu. Bunlara kent içindeki okulları da eklemek gelir. Ankara’da okuduğum lise, yeni Saman pazarındaki Gazi Lisesi idi. Ulus meydanında kimi daha eski yapıları arasında Merkez Bankası, Sergi Evi, Stadyum, Tren Garı gibi Gazi Lisesi, Kız Enstitüsü, Harp Okulu gibi yapılar yeni üslupta yapılmış çağdaş, yani Türkiye’yi çağa bağlayan simgesel işaretlerdi.

O çağda okuma yaşamım, sihirli bir ülkeyi ziyaret etmek gibiydi. Geçenlerde Türkiye’nin 700 milyar dolar borcunu okuyunca 1950’de durum nasıldı, diye merak ettim. 1950’de Türkiye’nin dış borcu yokmuş! Bir kaç gün sonra Cumhuriyetin kurduğu bütün fabrikaların satıldığını okudum. O zaman ülkenin adam başına gelirini merak ettim. Adam başına 8500 dolar. İsrail’in nüfusu Türkiye’nin onda biri. Geliri 33 000 dolar. Biz uçakların kimini tamir için İsrail’e yolluyormuşuz.

Göz boyayan sayılar

Sevgili okurlar, cehalet deyimini kullanırken okul sayısı, öğrenci sayısı hiç önemli değil. Bu sayılar göz boyamaktan başka işe yaramaz. Hoca denen yardımcı doçentler akademik yaşamlarında hangi bilim adamlarıyla çalışmışlar? Hangi konularda araştırma yapıp ne yayınlamışlar?

Türkiye’de bilimsel yayın (yani üniversitelerde öğretim yapan hocaların) sayısı kaç? Özellikle matematiksel bilimlerin yayınları önemli. Dünya ile aramız giderek açılıyor. Sanayileşmenin son aşaması, eskisi gibi bir kuramsal tanım değil. Günümüzde elektronik, fizik, kimya gibi bilimler çocukların kendilerine verilen parçaları yan yana getirmesi değil. Gelişmiş laboratuvarlarda, gelişmiş araçlarla sürekli araştırma yaparak bazı sonuçlar elde ediliyor. Türkiye’de bunu yapmak için kurulmuş kurumlar da var. Fakat ne onlardan, ne de işleri bilimsel araştırma olan üniversitelerden yeni buluşları ve o buluşun yurtta sanayileşmeye yardımcı olacağı bağlamında bir haber işitmiyoruz. Bunun olacağı konusunda bir umut da yok.

Kitap da gazete de okumayan öğrenciler

Üniversitelere yerleşen 1.800 000 öğrencinin ortalama başarılarını gösteren listeler insanın bütün umudunu yok edecek kadar kötüydü. 50 milyon nüfusu olan Kuzey Kore, bizim yıllık 55 patentimize karşı 5500 patent almış. Geçenlerde benimle konuşmaya gelen İTÜ’nün ilk sınıf öğrencilerine ‘&’ işareti nedir diye sordum. Hayır dediler. ‘Kitap okuyor musunuz?’ Hayır dediler. Bundan utanç duymuyorlardı.

Türkiye ile Japonya arasında kitap okuma açısından bir karşılaştırma yaparsanız, ağlayabilirsiniz. Fakat toplumun ortalaması için tepki beklemek boşunadır. Bugünkü ortam, günümüzde yaşayanların bilimsel bir geleceği beklemeleri ve onu yaşadıkları ülke ve vatanın geleceği için umutları olduğunu göstermiyor. Yüzbinlerce gencin iş bulmak için yurt dışında oldukları haberini işitmek hoşuma gitmedi, hatta dinlemek istemedim.

Türkiye’ye sahip çıkmak için yetiştirildim. İkinci Dünya Savaşında, ekmeğin karne ile yendiği kıtlık yıllarında, ülkenin bu denli dengesiz olduğuna inanmıyordum. Fakat her şey harabe olsa da o harabeyi sahiplenmek için yetiştirilmiştik. Kurtuluş Savaşını kazanmanın topluma verdiği gurur ve umut büyüktü. Bugün aynı umut ve irade yok olmuşa benziyor. Fakat onun yerine geçen bir ulus iradesi sokaklarda avanta (ne anlama geliyorsa) peşinde olanların anlayıp inanacağı bir konu değil.

Son seçimler politikacı denen insanların ülkenin geleceği için ne düşündüklerini göstermedi.

Sevgili okurlar, Türkiye’nin gelecekteki bağımsızlığı, sanayileşmeyi geliştirmesinde yatar. Dünya fakir müslümanları köle olarak kullanmaya hazır. Türkiye’deki milyonlar yurt dışı programlarını gerçekleştirecek alternatifler düşünüyorlar. Ülkenin bütün madenleri bulunup çıkarılsa, bu Türkiye’yi kurtarmaz. Kaldı ki bu bir kaç yılda olmaz. Ucuz da değil. ‘Denize düşen yılana sarılır,’ demiş atalarımız.

Tabii Türkçe konuşanlar.

Doğan Kuban

Doğan Kuban'ın anısına saygıyla. Bu yazı HBT'nin 132. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban