“Anneciğim, babacığım”, “dişimiz çıktı”: Helikopter ebeveynlik

Öne Çıkanlar Toplum
“Anneciğim, babacığım”, “dişimiz çıktı”: Helikopter ebeveynlik

Epey bir süredir dolaşımda olan bir kavramdır Z kuşağı. Özellikleri anlatılır. Reklam şirketlerinin, geleneksel medya, moda, sosyal medya hizmet sağlayıcılarının, eğitimcilerin ve işverenlerin bu kuşağın özelliklerini bilmeleri beklenir. Çünkü, kısa süre sonra bütün bu ekonomik ve sosyal çevrelerin karşılarında tüketici olarak bulacağı kuşaktır bu kuşak. 90’lı yıllarda teknolojinin içine doğdukları için bugün kullandıkları teknolojinin olmadığı zamanları hayal etmek onlar için neredeyse olanaksızdır. Tüketim toplumu içine doğmuşlardır, ekip çalışması pek tarzları değildir, çünkü bireyci değerlerin ağır bastığı bir dönemin çocuklarıdırlar. Marka ve statü onlar için önemlidir. Öz güvenleri yüksektir; o kadar yüksektir ki üniversiteden mezun olur olmaz büyük bir şirketin genel müdürlüğünü teklif etseniz şüphe duymadan kabul ederler. Zaten iş ararken en alttan başlamaları gerektiğini ima eden işlerden ve kişilerden uzak dururlar. Yüzyüze iletişim ve etkileşim yerine sosyal mecralarda takılmak onlar için daha caziptir. İçe dönük bir yapıları vardır ve kolay arkadaşlık kuramazlar. Hayatta her şeyin mümkün olduğuna inanırlar (http://www.sozcu.com.tr/egitim/y-ve-z-kusagi-dogru-anlayin.html).

Z kuşağı çocukları böyle. Z kuşağı çocuklarını konuşurken onların anne-babalarını, sosyal çevrelerini de konuşmak zorundayız. Çünkü Z kuşağının yukarıda değindiğimiz bazı özellikleri üzerinde ebeveynlerinin ve sosyal çevrelerinin doğrudan etkisi var.

Bu konuları fakültemizde yarı zamanlı olarak ders veren uzman psikolojik danışman Şennur Günay Aksoy ile konuştum. Sayın Aksoy uzun yıllar bir devlet hastanesinin psikiyatri bölümünde ve psikoloji laboratuvarında görev yaparak genç yaşta emekli olmuş, kendisi de genç bir anne olan bir profesyonel.


Annelerin dili: “Ödevimiz var…”

Sayın Aksoy Z kuşağının yetiştirilmesinde ebeveynler arasında annelere özel bir yer veriyor. Çocuklarla sorunlu ilişkilerde özellikle genç annelerin özel bir gurup oluşturduğu görüşünde. Anlattı: “Bir seferinde genç bir anne geldi. Çocuğuyla ilgili sorunlar yaşadıklarından söz etti. Konuşmalarında ‘geçen sene okulumuz zor geçti, okula alışamadık…’ tarzında sürekli ‘biz’ diyerek konuşuyor… ‘affedersiniz, sürekli çoğul kullanıyorsunuz, ‘biz’le kimi kastediyorsunuz’ dediğimde biraz da şaşırdı. Öğretmen bir anne ve 9 yaşında bir oğlu var, onu kastediyormuş. Çocuk doğduktan sonra eşler arasında zaten var olan sorunlar nedeniyle anne oğluna yapışmış, hatta hâlâ birlikte aynı yatakta yatıyorlarmış. iki yıla varan bir terapi sonucunda epey mesafe aldık, ama sorunu hâlâ tam olarak çözmedik.” Devam etti: Anne-babalar artık çocuklarına “annecim, babacım, sevgilim, canikom, aşkım” diye hitap ediyor. Bu o kadar yaygın ki… ‘dişimiz çıktı, ödevimiz var, bugün çok yorgunuz…’ tarzı anlatımları çok duyuyoruz. Çocukla bir özdeşleşme, bütünleşme hali. Bu giderek onun yerine karar verme halini alıyor. Aşırı koruma, kollama durumu. Ben bunlara ‘kuluçka anne’ diyorum…”

Sayın Aksoy bunu söyleyince aklıma Güney Kore geldi. Türkiye’deki bu kuluçka annelerin bir benzeri yine acımasız rekabetçi eğitim sistemiyle Türkiye’ye benzeyen Güney Kore’de var. Güney Kore’li anneler neredeyse çocuklarının okul başarısında kendilerini birebir sorumlu hissediyorlar. Adeta bir detektif gibi çocukları evde ve okulda izliyorlar, özbakımlarını yapıp kurstan kursa taşıyorlar. Bunlara “tiger mom” (kaplan anneler) deniyor.

Aksoy’a göre, çocuklar bu çevreleyici, aşırı korumacı davranışlara ve özdeşleştirici dil ve hitap şekline ergenlik dönemlerinde tepki vermeye başlıyorlar. Ergenlik dönemine geldiklerinde pek çok şeyi yapamadıklarını farkettikçe anne-babaya öfke duyuyor, bu öfkeyi dışa vuruyorlar. Çünkü, deneyip deneyip hata yaptıklarını, başarısız olduklarını görüyorlar. Dolayısıyla, engellenme eşikleri çok düşük bir nesil yetişiyor. Hatırlarsınız, geçenlerde bir lise öğrencisi okul müdürünü öldürdü.

El bebek, gül bebek

Gözlemlerini sürdürüyor: “Öte yandan, çocuklara gerçekte olmayan bir dünya yaratılıyor. Doğum günlerinde veya özel kutlamalarda bütün erkek çocuklar prens, bütün kız çocuklar prenses. Alışveriş merkezlerinin mağaza vitrinlerinde kürklü, tüylü, giyimi de hiç rahat olmayan kaftan tarzı giysiler. Ya da anne ve kızı için birörnek kıyafetler. Dahası, çocukların çevresi sanal bir koruma ağıyla örülmüş durumda. Bir seferinde genç bir anne geldi. 5 yaşında çocuğu var, anaokuluna gönderecek. Çocuğu bir anaokuluna iki gün göndermiş üçüncü gün almış. Niçin aldınız dedim, ‘çünkü çocuğumu ağlarken gördüm… ben onu 5 yıl boyunca bir kere ağlatmadım’ dedi. Oysa, birlikte oynamak, iletişim, etkileşim, itişme-kakışma, rekabet, sevgi, empati, ağlamak o yaşların doğal olguları. Doğrusu, çocukların gerçek yaşama benzeyen bu ortamlarda gerçeği öğrenmeleri.”

Küreselleşen kültürel kodlar

Ülkemizde bazen narsistik boyutlara varan çocuklar ve anne-baba arasındaki ilişkilerin kültürel nedenleri olabildiği gibi bir kısmı da küçülen, küreselleşen dünyamızın bize hediye ettiği şeyler olabilir. Beklenen veya doğan bir bebeğin ardından anneye hediyelerin verildiği ve kültürümüzde “bebek görme, bebek hayırlama” olarak bilinen şey bir anda “baby shower” oldu. Amerikan filmlerinde göre göre artık genç erkekler kızların önünde diz çökerek evlenme teklif etmeye başladı. Yani “annecim, babacım” hitaplarının bir kısmı Batı kültüründe çocuklara hitap tarzı olarak yaygın olan “honey, darling” gibi ünlemlerden doğrudan esinlenme de olabilir. Muhtemelen, sadece para ve mallar küresel dolaşımda değil, kültürel ögeler ve kodlar da dolaşıyor.

Okul ve öğretmenlerin de Z kuşağının bazı özellikleri üzerinde etkileri var. Son yirmi yılda “hiperaktif” kavramı hızla yaygınlaştı. Çevremizde bir çok hiperaktif çocuk görür, duyar olduk. Sayın Aksoy’a göre, bu vakaların az bir kısmının nedeni gerçekten nörobiyolojik. Oysa, konulan tanıların çoğunluğu okul sisteminin ve öğretmenlerin sabırsızlıklarından, zaman zaman yetersizliklerinden kaynaklanıyor. Bir sınıfta farklı türden çocukların olması son derece normal. Okul sistemi ve öğretmenlerden beklenen bu farklı türdeki çocukları entegre ederek sisteme katmaları. Şimdi öğretmenler doğrudan hiperaktivite, disleksi tanıları koyuyorlar. Öğretmenler standart, tek tip bir öğrenci beklentisi içinde. Bekledikleri norma uymayan çocukları hızla ve erkenden etiketliyorlar.

Aksoy bir psikolojik danışman olarak son sözünü söylüyor: “Çocuklara talep etmeden vermek doğru değil. Mahrumiyet insanı güçlendirir.”

Prof. Dr. Hasan Şimşek
İKÜ Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi

Bu yazı HBT'nin 95. sayısında yayınlanmıştır.