Gerçek dışılık mı kazanacak? Yoksa akıl mı üstün gelecek?

Öne Çıkanlar Toplum
Gerçek dışılık mı kazanacak? Yoksa akıl mı üstün gelecek?

İnsanların neyi gerçek ve doğru kabul edeceğine ilişkin dünyada ve toplumlarda bir karmaşa var. Peki insanlar neden bilimsel bilgiyi sahte bilgiden ayırmakta zorlanıyor? Bilimin bildirimleri halka ulaşamıyor mu, bilimsel verilere güvenmek mi zayıf? Ya da ne? Prof. Dr. Nebi Sümer ile çağımızın bu çok önemli sorununu konuştuk. Buyrun okumaya...

Nebi bey, dünyayı gerçek dışı haber ve gerçek verilere dayanmayan yorum ve değerlendirmelerin sarmış olduğunu düşünüyor musunuz. Mesela pandemi olayı. Bilim insanları ve kurumlarının, siyasi otoritelerin teminat vermelerine rağmen aşıya karşı ortaya çıkan direniş bize ne anlatıyor?

Prof. Dr. Nebi Sümer: Çok sayıda olumlu ve olumsuz dönüşümün aynı anda yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Tarihte hiç olmadığı kadar bilginin hızlı üretilerek dolaşıma sokulduğu ve e herkese sınırsız açık erişimin sağlandığı bilgi çağındayız. Aynı zamanda, yalanın ve sahte bilim ürünlerinin gerçekmiş gibi hızla aynı bilgi havuzuna sunulduğu, popülist liderlerin ve aşırılaştırılmış taraftarların da şevkle savunduğu “hakikat sonrası çağını” yaşıyoruz.


Hakikat sonrası çağın pandemiye yansıması virüs hızıyla yayılan “infodemi”, yani, yalan, yanlış ve çarpık bilgi oldu. İnfodemi ve onun besin kaynakları olan sahte bilim ve komplo teorileri hem COVID-19 ile mücadelede hem de aşılama sürecinde ciddi engeller oluşturuyor.

Sosyal psikolojik bakımdan sorarsak: İnsanlar neden bilimsel bilgiyi sahte bilgiden (infodemiden) ayırmakta zorlanır?

Herkesin bilim insanı titizliğiyle bilgiyi sınayarak, neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlaması beklenemez. Aslında bu fark özünde bilimin analitik yöntemle bilgi üretme mantığı ile sıradan insanın bilgiyi anlaması/algılaması arasındaki farktan kaynaklanır. Diğer bir deyişle, sıradan insanın bilimin ürettiği bilgiyi, bilim insanı gibi hipotez testine dayalı, gri alanları ve henüz bilinmeyenleri kabul ederek, analitik bir sorgulamayla anlaması beklenemez. Zaten bunun için ne zamanı ne de motivasyonu vardır! Bu nedenle psikolojide insan “bilişsel (zihinsel) cimri” olarak tanımlanır.

Çoğumuz bir yargıda ya da çıkarımda bulunurken bilim insanı titizliğiyle ince eleyip sık dokumayız; en kestirme yoldan, pratik, ekonomik ve o an için belirsizliği giderecek çözümlere, cevaplara ulaşmaya çalışırız. Bu da bizi her türlü yanlılığa açık hale getirir.

Bu nedenle, aslında sıradan insanlar her iki bilgiye eşit koşullarda maruz bırakılsa, doğasından gelen bilgi işleme yanlılıkları nedeniyle, sapla samanı birbirine karıştırma olasılığı, doğruyu yanlıştan ayırma olasılığından daha yüksek olabilir.

Bilişsel kestirme yollarla yapılan çıkarımlar, doğal olarak ön kabullerden, önyargılardan, kalıp yargılardan ve ilk izlenimlerden daha çok etkilenir. Özellikle Pandeminin ilk aylarındaki gibi, yüksek kaygı ve belirsizlik yaşıyorsak, acil çözüm arayışına girer, kestirme yollara daha fazla başvurur, her şeyi biliyormuş gibi mutlak bilgi verenlere daha kolay inanır, yanlılığa daha açık hale geliriz.

Yanlılığı ne körükler?

Bilişsel cimrilik gibi doğal bilgi işleme yanlılıkları, çok sayıda politik, sosyal ve psikolojik yanlılıkla ya da bireysel farklılıkla bir araya geldiğinde “infodemi” etkisi güçlenir, rasyonel düşünme zayıflar. Aşı karşıtlığından “düz dünya” derneği üyeliğine kadar giden her türden sahte bilime ve yalan bilgiye dayalı aktif tutum ve eylem bu noktadan sonra hızlanır.

Bir kaçına değinelim. Yanlılığı pekiştiren sosyal psikolojik faktörlerin başında aşırı korku/ kaygı, başkasına ve kurumlara güvensizlik ve belirsizliğe tahammülsüzlük gelir.

İnsanların aşırı kaygı altında daha önyargılı ve ayrımcı oldukları bulunmuştur. Bu yüzden, aşırı kaygılı kişiler felaket senaryolarına, komplo teorilerine ve olumsuz içerikli haberlere daha kolay inanabilirler. Aynı zamanda, yalan/sahte bilginin ya da haberin genellikle negatif duygusal içerikte olması, belirsizliğe kesin cevap veriyormuş gibi görünmesi vb. bir çok nedenle, özellikle kafası karışık, stres altındaki kişilerin duygu durumuyla “tutarlıdır”. Bu yüzden de kabul edilme ihtimali yüksektir.

Güven kaybolduğunda insan her şeyden şüphe etmeye başlar. Toplumda dolaşan bilgi saydam değilse, otorite bilgi saklıyor, doğru bilgi vermiyor ve tarafsız davranmıyorsa, güvensizlik daha da artar. Otoriteye ve başta sağlık sistemi olmak üzere, onun kurumlarına güvenmeyenler, onun söylediği söze de güvenmez. Nitekim çok sayıda araştırma özellikle otoriteye ve kurumlara güvensizliğin koronavirüs önlemlerine uyma ve aşı konusunda önemli direnç noktaları oluşturduğunu göstermiştir. Azınlıklar ve etnik gruplarda aşılanma düzeyinin düşüklüğü kısmen merkezi otoriteye güvensizlikten kaynaklandığı bilinmektedir. Covid-19’a ilişkin komplo teorileri konusunda yapılan araştırmalar güvensizlikle komplo teorilerine inanma arasında güçlü ilişkiler olduğunu göstermiştir.

Sosyal uçurumların komplo teorileriyle ilişkisi

Bu konuda araştırmalar yapan geçen yıl Uluslararası Sakıp Sabancı Makale Ödülünü alan Doç. Dr. Sinan Alper, bir toplumdaki ekonomik eşitsizlik, adaletsizlik, yolsuzluk, güvensizlik ve sosyal uçurumların olması, aynı zamanda o ülkedeki COVID-19 komplo teorilerinin yaygınlığı için de verimli bir zemin oluşturduğunu göstermiştir. Alper, araştırmasında, yoksulluğun, yolsuzluğun ve eşitsizliğin yüksek, basın özgürlüğünün ve saydamlığın düşük olduğu ülkelerde COVID- 19 ile ilgili komplo teorilerine inanma olasılığının belirgin olarak yüksek olduğunu buldu.

Duygusal kutuplaşmanın yüksek olduğu toplumlarda da kişiler ve gruplar arası güven çok düşük olduğundan, komplo teorilerine ve yalan haberlere inanma daha kolay oluyor.

Türkiye de dahil olmak üzere bazı toplumların belirsizliğe tahammülü düşük. Belirsizlikten bir an önce kurtulmak isterler ve doğruluğuna yanlışlığına bakmadan kesin çözüm sunan bilgiye daha kolay inanırlar. Bu yüzden belirsizliğe tahammülsüzlük hem infodemi ve sahte bilim için uygun iklimi hazırlar hem de kaygı ve stresi artırır.

Bütün bu yanlılıkların yanında çok sayıda koruyucu faktör sayesinde, bilimsel bilginin ikna edici gücü, etkisi infodemiden çok daha yüksektir. Covid-19 aşısının on ay gibi kısa bir sürede geliştirilerek uygulanması ve böylece bilimsel bilginin yararını somut olarak gösterilmesi, bilim insanlarının güvenirliğinin, saygınlığının diğer kurumlardan ve sahte bilim kaynaklarından çok yüksek olması, uluslararası otoritenin fikir birliği içinde bilimin yanında olması vb. nedeniyle bence infodeminin etkisi sınırlı düzeyde kalmıştır. Hatta 2020 yılındaki düzeyi ile karşılaştırıldığında aşı karşıtlığının küresel olarak azaldığı görülmektedir.

Aşıların ağır hastalıktan ve ölümlerden koruma etkisinin, yayılım hızı çok yüksek olan Omicron varyantına karşı özellikle üç aşı yaptırma oranının %70’in üzerinde olan ülkelerde çok net gösterilmiş olması da, aşı karşıtlarının direncini zayıfl atmıştır. Bu arada Türkiye’de iki doz aşı olduğu halde üçüncü dozu olmayan 24 milyon kişinin olması ve bu yüzden hâlâ yüksek hastane yatışları ve ölümlerle karşılaşmamız, infodeminin değil, izlenen yanlış pandemi politikasının sonucu. Sonuçta, geçtiğimiz iki yıl, infodemiye rağmen, bilimin etkisini ve ikna edici gücünü artırdığı bir dönem oldu.

Sokak, kesin dil istiyor

Gerçekleri halka anlatmada bilim mi zorluklarla karşı karşıya, bilimin bildirimleri halka ulaşamıyor mu, bilimsel verilere güvenmek mi zayıf?

Bilim dili sistematik, analitik düşüme ve sorgulamaya dayalı olduğundan gerçek bilim insanları kesin hükümlerden, mutlak konuşmaktan kaçınır, yanlış anlaşılmaktan korkar. Sıradan insanlar ise kesin hükümleri duymak, mutlak bilgileri öğrenmek ister. Çoğu bilim insanı bulgusunu herkesin anlayacağı dil ve kavramlarla anlatmakta da zorlanır. Biraz da bu nedenle, bilim insanı görünümlü, bilim diliyle konuşuyormuş gibi yaparak çoğunluğun duymak istediği (asılsız ama çarpıcı, “Türk genine koronavirüs işlemez” ya da “kaya tuzu iyi gelir” gibi) dayanaksız bilgileri bilimselmiş gibi anlatan popüler bilimcilerin müşterisi daha çok oluyor.

Üstelik toplumda bilim okuryazarlığı düşükse bilimsel bilgiler ciddi bir aktarım engeline takılmaktadır. Çoğu gelişmiş ülkede bu sorunu aşmak için üniversiteler, araştırma kurumları bilimsel bulguları kamuoyuna aktaran, bilimsel makaleleri herkesin anlayacağı kavramlara dönüştürüp, basın organlarıyla paylaşan uzmanlar çalıştırmaya başlamıştır. Basının bilimsel okur-yazarlık düzeyinin de ne kadar yeterli olduğu önemli bir faktör. Bilimsel okur-yazarlık aynı zamanda doğru soru sormakla da ilişkili. Analitik düşünmeyenlerin bilim insanlarının cevap veremeyeceği yanlış soruları sorma ihtimali yüksektir.

Psikolojik faktörler de etkili

Bunun dışında psikolojik bir faktör de insanların karar alırken çoğunlukla analitik düşünceye mi yoksa sezgilerine mi daha fazla güvendikleri ile ilgili. Batı ülkelerinde kararların soğuk, analitik düşünceye dayalı rasyonel yoldan alındığında daha doğru olacağına ilişkin yaygın bir inanış var. Bu da bilime güveni artırıyor, bilimsel okur-yazarlığı teşvik ediyor. Bazı toplumlarda ise sezgisel düşünce daha yaygın. Karar alırken sezgilerine güvenenlerde bilimsel bulgulara inanma ya da bilimsel açıklama arama motivasyonu daha düşük.

Bu arada söz konusu ayrımdan sezgisel düşüncenin yanlış olduğu sonucu çıkarılmamalı. Evrimsel kökeni nedeniyle sezgisel düşüncenin kendi içinde bir sistematiği ve işlevli olduğuna ilişkin bulgular var.

Başta teyit yanlılığı (seçici olarak inanılan düşünce ya da yargıyı desteleyen bilgiyi aramak, çelişen bilgiyi göz ardı etmek), çerçeveleme yanlılığı (bir görüşün özüne değil, sunulma biçimine göre karar vermek), asılsız mutabakat yanlılığı (bizimle aynı görüşü/duyguyu paylaşan kişi sayısını gerçekte olduğundan daha fazla tahmin etmek), ve hale etkisi (izlenimden çıkarılan genelleme yanlılığı) olmak üzere çok sayıdaki bilişsel psikolojik yanlılıklar da bilimsel bulguların nesnel olarak anlaşılmasını zorlaşmaktadır.

Yüksek politik aidiyet (endoktrinasyon) durumunda da psikolojik yanlılıklar daha aşırılaşır ve değişime direnç gösterirler. Geçen gün ülkedeki enflasyonun aslında Fransa’dan daha düşük olduğuna inanan bir siyasetçinin, bir sayının yüzde 6 -7’si ile 6 -7 katını karıştırması bana göre aslında kasıtlı yapılan bir yanlış değil, otomatikleşmiş aşırı yanlılığın sonucu farkında olmadan yapılan bir çarpıtmadır.

Şöyle bir durum varsayalım: Herkes “otoriter kurumların ve güvenilirliği kanıtlanmış insanların” olgulara, verilere dayalı bilgilerine ulaşıyor, ama inanmıyor” Burada esas neler rol oynuyor? Geçmişten gelen arkaik söylencelerin hâlâ toplumdaki etkinliği mi, insanlardaki bilimolgu okur yazarlığındaki büyük eksiklik mi, kavrayış düzeyinin yetersiz mi kalması (eğitim sorunu) veya Homo sapienste varoluştan kaynaklanan bir durum veya başka şeyler mi?

Kişilerin yıllardır inandıkları görüşlerinin, tutumlarının, değerlerinin yanlışlığı somut olarak gösterilse bile, buna hemen inanmaları ve değiştirmeleri bir sürü psikolojik, evrimsel ve sosyal nedenle zor olabilir. Sosyal bilgileri işlemlerken bilgisayar gibi aşağıdan yukarıya doğru, veri ya da kanıt-temelli bilgiye dayanarak hükümde bulunmayız. Tam tersine, yukarıdan aşağıya yani kafamızda ne varsa, hangi şablon ya da kalıp kullanıyorsak bilgiyi ona göre algılarız ve işleriz.

Bunun dışında, insanların belleği (ve algısı), iç gruba aidiyeti güçlendirmek, daha çok kabul görmek, sevilmek, özsaygıyı korumak, kendi içinde tutarlı olmak, güvende hissetmek gibi, çok sayıda sosyal psikolojik nedenle (motivasyonla) zaten yanlıdır. Göz kendisini görmez, yalıncı keseri gibi kendine yontar!

Kısaca, bir yandan, geleneklerden, dini inanışlardan, genel değerler sistemine, tutumlara, kalıp yargılara, önyargılara kadar Homo Sapiensi kültürel hayvana dönüştüren bütün sosyal psikolojik dinamikler rol oynar. Diğer taraftan insanın yanlı sosyal bilişsel bilgi işleme sistemi, aşına olduklarını bilmediklerine tercih eder. Kısaca, bilgiye ulaşmak ile ona inanmak arasında çok sayıda engel (ve aşama) vardır.

Haber kaynaklarının çok çeşitlenmesi gerçek bilgiye ulaşmayı zorlaştırıyor mu?

Haber kaynaklarının çeşitlenmesi özellikle sosyal medyanın temel haber kaynağına dönüşmesi demokrasi, ifade özgürlüğü, çok seslilik ve çok kültürlülük bakımından büyük bir kazanım olmuştur. Ancak, herkesin kendi kanalından haber alması gruplar arası sembolik temasın azalmasına yol açmış, toplumlarda “gettolaşmayı” hızlandırmıştır, “yankı odalarının” gücünü artırmıştır. Biraz da bu sayede, popülist liderler “hakikat sonrası” içeriğe dayalı haber kaynaklarını kullanarak aşırılaştırıp monopolize ettikleri taraftarlarını diğer gruplardan izole etmeyi başarmaktadır. Bu da pozitif sosyal dönüşümler bakımından bir engel olarak görülebilir. Dezavantajlarına rağmen, haber kaynaklarının çok çeşitlenmesi uzun vadede olumlu sosyal dönüşüme yol açacağına inanıyorum.

İnsanların neyi gerçek ve doğru kabul edeceğine ilişkin dünyada ve toplumlarda bir karmaşa var mı sizce? Bunun kaynakları neler olabilir?

Soruya bilimsel yönü ve mevcut küresel konjonktür dikkate alınarak iki türlü cevap verilebilir. Bilimsel bakımdan neyin gerçek ve doğru kabul edileceğine ilişkin karmaşa hep vardı zaten. Bu karmaşanın bir kısmı bilginin ve onu algılayan insanın doğasından gelen “doğal” bir karmaşadır. Hele konu soyut, siyasi, öznel bilgi olduğunda karmaşa artar, algılar tamamıyla farklılaşır.

Bilimin, özellikle epistemolojinin ve psikolojinin bazı alt alanlarını zaten işi tam olarak budur. Bir şeye nereden, nasıl ve ne kadar baktığınıza göre şeyin görüntüsü farklılaşır. Psikoloji, dış dünyadan duyu organlarımızla bize ulaşan bilgi kırıntılarını (duyumlar diyoruz) “algımız” sayesinde anlamlaştırdığımızı anlatır. Bu nedenle, somut bir nesneye ilişkin bile olsa “algımızın” bizzat kendisi öznel bir yorumdur. Farklılaşan öznel algılarımızı anlamak, öznel ortaklıklarını bulmak ve onları metafiziksel evrende inanışlara teslim etmemek için bilim, etik, mantık ve yöntem (metodoloji) geliştirilmiştir.

Bilim dünyasında, aynı dili kullanalım, birbirimizin algısını doğru anlayalım, çarpık algılamalarımızın esiri olmayalım diye, kullandığımız her bir kavramın (değişkenin) operasyonal (işevuruk) tanımını yaparak araştırmaya başlarız. Bu yetmez, araştırma bulgumuza bizim dışımızda, bizi bilmeden (körlemesine) değerlendiren başka bilim insanları (hakemler) onay verirse ve sonunda bunu bilimsel makale olarak saygın bir dergide yayınlarsak biraz gerçeğe yaklaşmış sayılır. Yine de bu gerçeğe yaklaşan bilgi ya da bulgu yeni bulgularla sürekli değişir, gelişir.

Peki, bilimin bu şeyi doğru ya da gerçek kabul etme yöntemini bilgiye farklı motivasyonla yaklaşan birisi nasıl anlayacak ve karmaşayı çözecek?! Örneğin geçen aylarda Türkovak’ın etkinliği açıklanmadan, özellikle üçüncü faz çalışma sonuçları uluslararası saygın dergilerde yayınlanmadan kullanılmaya başlanınca, ciddi bilim insanları yerli aşımıza kuşkuyla yaklaştı. Şimdi, bilimi, yöntemi, etiği bilmeyen, her şeyi siyasi hırsı ile anlamaya çalışan birisi bunu nasıl algılayacak, anlayacak, yorumlayacak? Peki, anlamadı diye onu suçlamamız gerekir mi? Bunun için ne yapmalıyız?

İşte cevaplanması gereken sorular burada. Aslında toplum olarak ortak bazı değerlerde, yöntemde, ilkelerde anlaştığımızda, bilginin karmaşıklığı bizi korkutan, bölen bir neden olmaktan çıkar. Tersine bir etki olur ve toplumda karmaşık bilgiyi araştırma, çözme, anlama ve onu kontrol ederek daha da güçlenme motivasyonu artar. Dolayısıyla neyin doğru ve yanlış olduğuna cevap vermeden önce bilgiye, doğruya ve yanlışa nasıl yaklaşmamız gerektiğini anlamamız gerekir. İşte tam bunlar nedeniyle, özgür düşünce, sorgulama ve analitik düşünme becerisi, liyakat, saydamlık, uluslararası toplum ve bilimle bütünleşme ve hepsinin garantisi olan yerleşik demokrasi işlevsel ortak zeminlerimizdir. Bunlara sahip olduğumuzda bilgi karmaşası bizi gerçekten bilgi çağına taşır.

İçinde bulunduğumuz bilgi çağında herkes bilimin nimetlerinden az ya da çok yaralansa da, bilgi insanlar arasında eşit dağılmıyor. Özellikle bilgi üretiminde etkin olmayan toplumlar için bilgiyi anlamak ve anlamlandırmak daha zor. Bu durumda ne olup bittiğinin farkına varamadan, kendi dar dünyasında bilgi karmaşasını çözmeye çalışan insanlar yanlış inanışlara, ideolojik saplantılara yenik düşebilirler. Üstelik yukarıda konuştuğumuz farklı bilgi kaynakları, dağınık sosyal medya, sahte bilim kulisleri ve “hakikat sonrası politik mesajlar” yüzünden, bilgi karmaşıklığına bir de bilgi kirliliği eklendiğinde durum daha zorlaşıyor.

Bilgi kirliliği ve karmaşası ile baş etmek ve yanlış bilginin esiri olmamak için önce evrensel ahlakın, insan yaşamına ve temel haklarına koşulsuz saygının ve insani duruşun içselleştirilmesi gerekiyor. İdeolojik bakımdan saplantıları olanlar, bilgiye yaklaşımları aşırı yanlı olduğundan bu türden evrensel duruş konusunda yalpalarlar. Örneğin, Türkiye’deki bazı aydınların Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı savaşa “amasız” karşı çıkamaması, yaşanan kafa karışıklığı biraz da bununla ilintili.

Sosyal medyanın giderek genişlemesi ile gerçek dışı haber ve yorumların yaygınlaşması arasında bir ilişki görüyor musunuz… Toplumsal yarılmalar, gruplaşmalar mı artık bundan sonra doğru ile yanlışı belirleyecek. Eğer öyleyse, birey ve sahip olduğu akılcı düşünmeyi nereye koyacağız?

Sosyal medyanın yaygınlaşması doğru bilgi ile birlikte yanlış, yanlı ve yalan bilginin de yayılımını da kolaylaştırdı. Araştırmalar, uydurulmuş ya da yanlış bilginin, gerçek bilgiden daha hızlı yayıldığını, yanlış bilgiyi yayanların bizzat kendileri bunun yanlış olduğunu duyursalar bile, insanların yanlış bilgiye inanmaya devam ettiklerini göstermektir. Hatta sosyal medyada yanlış bilgiyi yayanlara, bizzat kaynak tarafından bilginin yanlışlığı bildirildiğinde, düzeltme mesajının çok daha az dolaşıma sokulduğu (sosyal medyada daha az like edildiği) bulunmuştur.

Toplumdaki politik duygusal kutuplaşmanın ya da yarılmanın düzeyi de önemli bir faktör. Özgür medya ve demokrasi kültürü gerçek dışı haberin etkisini azaltsa da tam olarak engellemesi mümkün değil. Son yılarda yaşananlar güçlü demokrasilerin bile sosyal medyanın manipülatif gücünden muaf olmadığını göstermiştir. Buna, Trump’ın seçildiği 2016 ABD Başkanlık seçiminde “Canbridge Analytica” yoluyla Facebook’ta yapılan sosyal psikolojik manipülasyonlar, İngiltere’de “Brexit”te yaşlı seçmenlerin önyargısına dayalı propaganda, örgütlü trol hareketleri vb. çok sayıda örnek verilebilir. Otoriter sistemlerle yönetilen ülkelerde durumun daha vahim olduğunu, yanlış bilgiye maruz kalma olasılığının çok daha yüksek olduğunu söylemeye gerek yok.

Burada toplumun bilgi kirliliğine ve buna dayalı manipülasyona karşı dayanıklılık ve duyarlılık düzeyi kritik bir unsur. Toplumu uyanık tutacak, direnç noktaları oluşturacak, güçlü alternatif bilgi kanallarının varlığı ve insanların bu kanallara erişme motivasyonunun olup olmadığı temel sorun. Bölünmüş ve kutuplaşmış toplumlarda yanlış bilgi dar bir grup/kutup içinde dolaşımda kalması ve gerçeğe karşı test edilme ihtimalinin düşük olması nedeniyle, daha uzun süre etkili olabiliyor ve inanacak taraftar bulmakta zorluk çekmiyor. Örneğin, aksini gösteren açık kanıt çok daha fazla olmasına karşın “faiz sebep enflasyon sonuç” teorisi görece yaygın kabul görebiliyor.

Ancak, özünden gelen bütün yanlılıklarına ve duygusal karar alma mekanizmalarına karşın insanın evrimsel doğası işlevseldir. Yani, hayatta kalmak ve neslinin devamı için en faydalı olacak akılcı çözümü, bazen bizzat tecrübe ederek, bazen de başkalarının deneyimlerinden gözleyerek bulur.

Türkçemizde akıl ile birlikte kullanılan “izan” ve “feraset” kavramlarını bu yüzden çok severim. Her ikisi de doğrudan rasyonel akla karşılık gelmese bile, rasyonel akıl için gerekli olan anlama ve sezme kapasitesini tanımlar. Her ikisi de bizim toplumda yüksektir. Bir anlamda bunlar, insan hayatın gerçeklerine uymayan yanlış mesaj bombardımanına tutulduğunda ona “akıllı ol, burada bir terslik var” diyen iç sesidir. O yüzden her zaman tepede siyaset arenasında görünen aşırı kutuplaşma ve hamaset tam karşılık bulmaz. Mesela, bazen meydana idamlık ip atan hamasi siyasilere taraftarı bile pek yüz vermez, her zaman kolay gaza gelmez. Özellikle iş “hayati” olunca, bıçak kemiğe dayanınca, insanın rasyonel tarafı kararlarında etkili olmaya başlar. Tabi ki etkinin derecesi, yanlılığın katılığı ile ters orantılıdır.

Söyleşi: Orhan Bursalı - Reyhan Oksay

Bu yazı HBT'nin 314. sayısında yayınlanmıştır.