1946’da neden daha uygardık?

Doğan Kuban
1946’da neden daha uygardık?

70 yıl önce insanların daha uygar olduklarını kimse kabul etmez. Fakat bu inanç, toplumların kendi uygarlıklarını değerlendirmekten kaynaklanmaz. Batı ülkelerinin ürettiği bir slogan. Hangi bağlamda konuşursanız konuşun, ağzınızdaki uygarlık Batıdan ithaldir. Ona aykırı bir söz sizi uygar olmaktan uzaklaştırmış gibi algılanır. Ne var ki biz bir Batı toplumunun üyesi değiliz, aramızda öyle olanlar çok sınırlıdır.

Batı uygarlığı bugünkü düzeyine, resim, heykel ve mimarlık gibi sanatlar, bilim ve matematik, teknoloji, edebiyat, müzik, tiyatro opera ve bütün bunların arkasındaki felsefi düşüncelerin birikimi ve ona bağlı bir düşünce sistemi ile ulaşmıştır.

Bizim gibi, bütün çabalarına karşın bu birikimi kendi toplum yaşamlarında ve düşünce yapılarında geliştirememiş ülkeler, gelişmiş ülkelerin ürettiklerini satın alıp kullandıkları için uygar olmuyorlar. Bu, Afrikalı bir kabile reisinin melon şapka giymesine benzer. Mercedes sahibi, bir uygar Alman olmaz. Paris’e uçakla giden de uygar Fransız olmaz.


Batı uygarlığı bugünkü kalıbına en az 500 yılda gelmiş ve uygarlık dediğimiz davranışlara bir ölçüde sahip olana kadar, eski Yunan’a uzanan bir birikimden yararlanmış, ayrıca Rönesans’tan başlayarak 500 yıllık çok disiplinli düşün, bilgi ve sanat eğitimi geçirmiş ve bu alanda yaratıcı olarak endüstri devrimine ulaşmıştır. Bugün elde ettiği endüstriyel konfor, hiç olmazsa 500 yıllık bir bilimsel düşüncenin yardımı ile olmuştur.

Başka bir uygarlık tanımı

Çağdaş sanayinin ürettiği araçları ithal ederek uygar olunmuyorsa, başka bir uygarlık tanımı gerekiyor. Bu uygarlık tanımı bağlamında 1946, 2016’dan çok daha uygardır. Çünkü çağdaş düşünce, dünya sanayi, bilim ve teknoloji gibi gelişmelere sahip olduktan sonra, bunun insanlığı daha mutlu etmediğininin farkına varmış, bütün düşünsel, sanatsal birikimine karşın insanların yaşamlarını ve doğa ile ilişkilerini tehlikeye soktuklarının farkına varmıştır.

Başka bir deyişle, gelişmiş Batı düşüncesi günümüzde insanlığın geleceğini tehlikeye atan gelişmelere nasıl engel olacağını düşünüyor. Gelişmemiş, kentlileri hala köylü gibi düşünen bizim gibi ülkeler ise, Batılıların kurtulmak istedikleri düzende yıkanmak için soyunuyorlar. Yani gelişmiş ülkeler, ölümcül gelecekten kurtulmak için yeni davranışlar, yani uygarlık giysileri giyerken, biz de yüzmek için soyunuyoruz. Fakat yüzmeyi düşündüğümüz deniz, çoktan kirlenmiş, hatta ölümcül.

İşte bu bilimsel hikâyenin kanıtını, bugün Anadoluhisarı’nda, eskiden oturduğum mahalleyi gezerken öğrendim. Uygarlığın, otomobil, lokanta, yeni inşaat olmadığını, doğa ile insan arasında oluşacak yaşamsal bir denge olduğunu ve bunun insana yaşam sevinci getirdiğini, kendi yaşamımın somut verilerine dayanarak keşfettim.

Bir zamanların Boğaz köyü

Sevgili okuyucular, 1946’da Anadoluhisarı vapurla İstanbul’a bağlanan, asfalt Boğaz yolu olmayan, otomobile tesadüfen rastlanan bir Boğaz köyü idi. Fakat bir Boğaz köyü, Jüstinyen döneminden bu yana kentin en uygar insanların yaşadığı Boğaziçi kıyısı yazlıkları içeren küçük bir mahalleydi.

Yalılarda oturanlar, sultanlardan aşağı doğru toplumun okumuş, yüksek idari konumlara gelmiş ailelerinden gelen insanlardı. Bu köylerde görgü, okumuşluk ve kentsel yaşam birikimleri en üst düzeyde olan toplum üyeleri yaşardı. O sırada tek tük Karadenizli balıkçı ailesi de yöreye yerleşmeye başlamıştı. Bu karışma uzun yıllar sürmüştür.

Bir Boğaz köyü bir tarih olduğu kadar güzel bir masaldı. Osmanlı tarihinin yaratabildiği en güzel konutlar olan ahşap yalılar, köşkler Boğaziçi’ndeydi. Bu köylerin tarihleri oldukça eski dönemlere dayanıyordu. Örneğin Anadoluhisarı’nda Jüstinyen dönemine tarihlenebilecek mimari kalıntılar vardı. O çağa ait bir büyük sütun başlığını, bir kuyu kapağı olarak 50 yıl önce görmüştüm. Anadoluhisarı’nın iç kalesini Yıldırım Beyazıt yaptırmıştı. Osmanlı Ortaçağı’nın en güzel ve iyi korunmuş kalelerinden biridir. Sonra Fetihten önce Fatih, Rumeli Hisarı inşa edilirken onun çevresine yeni perde surlar yapmış ve oraya da toplar koymuştu.

En eski Türk yapısı ve Göksu ırmağı

Anadolu Hisarı bu kalesi ve surları ile İstanbul’un en eski Türk yapısı idi. Kalenin kapısı Göksu üzerinde idi. Göksu deresinin doğu kıyısı Boğaziçi’nin ve İstanbul’un en büyük ve güzel mesiresi idi. Sultan Birinci Mahmut burada Anadoluhisarı ile Kandilli arasında kendisine büyük bir yalı kompleksi yaptırmıştı. Yalının bahçesi çok büyüktü. Ve eski Göksu mesiresinin tatil günleri dolu olan büyük arazisinde yalı yandıktan sonra kalan dev ağaçlar vardı. Ağaçların altında, İstanbul halkı kayıklar ve arabalarla gelir ve sergiler kurar, oturur ve aralarında ünlü Göksu mısırlarının kazanları kaynardı.

Abdülmecit yanan yalının yerine bugünkü yalı-köşkünü yaptırdı. Ve tepelerden gelen eski su yolunu yenileyerek bir meydan çeşmesi yaptırdı. Bunlar bugün de duruyor. Boğaziçi’nin en karakteristik 19. yüzyıl gravürleri bu efsane güzellikteki ağaçlar altındaki Göksu mesiresinin resimlerini bize iletirler. Bu mesirede 1950’den önce orta oyunu oynanır, cambazlar gösteri yaparlardı. Abdülmecit’in köşkü ile Kandilli arasında sultanların, büyük devlet adamlarının yalıları vardı. En büyüğü olan Kıbrıslı yalısı ve birkaç yalı restore edilerek kurtuldu. Uzun bir süre köşkle Kıbrıslı yalısı arasında, Göksu ve Küçüksu dereleri kirlenmeden önce çok güzel bir plaj ve gazino vardı. Bu gazinoda yaz akşamları alafranga müzik çalar ve dans edilirdi.

En uygar yerleşme yeri

19. yüzyılda Boğaziçi yalıları, sarayları, koruları ve mesire yerleri ile yeşil tepelere doğru biraz uzanan köşkleriyle dünyanın olasılıkla en güzel ve en uygar yerleşme gösterisiydi. Kanımca Osmanlı çağının en önemli uygar toplum gösterisiydi. Salacak’tan Beykoz’a, Rumeli yakasında Beşiktaş’tan Büyükdere’ye kadar incilerle donatılmış bir gerdanlıktı. Şirketi Hayriye Vapur Şirketi 19, yüzyılda kurulmuştu. Ve şimdiki sistemsiz sistemden daha iyi ve çağdaş bir hizmet veriyordu. Daha doğrusu Boğaziçi cennetini besliyordu. Yolları otomobiller tıkamıyor ve kirletmiyordu.

Bugün Türkiye’nin hiçbir köşesinde, hatta ne de dünyada böyle güzel bir yerleşme yoktur. Florida, Fransa’nın, İtalya’nın, İspanya’nın Akdeniz kıyılarındaki ünlü tatil kentleri Boğaziçi düzeyine hiç gelmediler. Osmanlı çağının en büyük uygarlık gösterisi Boğaziçi'dir.

Son bir aşamada yol geçirmek için Fatih Surları’nın bir bölümünü yıktık. Yalıların yerine kargir binalar yapılmağa başlandı. Köyler çirkin mahalleler oldu. Çekirge gibi otomobil saldırısı ve ağaç kıyımı başladı.

1970’de Boğaz kıyı yolunun yerine Beykoz’a giden bir üst yol önerisi reddedildi. Sonra… Yapılar Osmanlının en uygar gösterisini yok ettiler. Mesireler yerine otoparklar, dereler yerine yat limanları geldi. Vahşi çirkin bir teknolojiyi ithal ettik.

Peki nerede bu Osmanlı özlemcileri?

Doğan Kuban


Bu yazı HBT'nin 58. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban