Acaba Osmanlı öğrenmeyi de kölelerine mi yaptırdı?

Doğan Kuban
Acaba Osmanlı öğrenmeyi de kölelerine mi yaptırdı?

Sevgili okuyucular, bu yazı, geç Osmanlı döneminin mimari üretimi üzerinde yaptığım basit bir analizin, Türk kültürünün göçer döneminden bu yana değişmeyen inatçı karakteri bağlamında canımızı sıkacak düşüncelere neden olabilir. Gerçi İstanbul, anormal nüfusu, yaşamının her olgusu ve fiziksel karakteri ile çağdaş görünümlü bir kenti akla getiriyor. Ne var ki bu yaşamsal olarak aldatıcı bir algı.

Dünya uygarlığının gelişme tarihi, yerleşik toplumların kurdukları kentlerde oluşur. Göçerler bu tarihte uygarlığın gelişmesine engel olan barbarlar olarak bilinir. Gerçi bu olumsuz güç dünya tarihini şekillendirmiştir. Fakat uygarlık tarihine bir katkısı yoktur.

Türk göçerleri Çin’den başlayarak dünyanın bütün yerleşik ülkelerinde, genelde kısa süreli de olsa, devletler kurdular. Fakat dünya kültür tarihinde dillerinden başka katkıları yok. Bunun basit bir nedeni var.


Osmanlılar Ortadoğu İslam ülkelerinde, Anadolu ve Balkanlar’da 600 yıllık bir tarihi olan yerleşik bir devlet kurdukları zaman dünya kültürüne ve uygarlık tarihine bir katkı koyduklarını düşünmek doğaldır. Fakat bugüne kadar yazılmış dünya uygarlık tarihlerini okuduğumuz zaman, onlarda ne Türklere ne de Osmanlılara ait bir katkıya tesadüf etmiyoruz. Buna kendi yazdıklarımızı lütfen eklemeyin! Eğer bugün İslam kültür tarihinde Osmanlı katkısını incelerseniz ne Batılıların ne de Arapların yayınlarında Türk adı bulamazsınız. Zaten Türkler de Arapça yazmak zorundaydı.

Gerçi Türklerin kayıtlarında da bir bilgi yoktur. 16. asırda yazılmış, ünlü mollalara ilişkin bir eser olan “Şakayıkname” de dünyaca tanınmış bilim insanı bulamazsınız.

Yoğunlaşmış despotizm

İstanbul’a yerleşmiş, eşi olmayan bir egemenlik süreci olarak, göçer sömürüsünü yerleşik toplum sömürüsüne çevirmiş ve İstanbul’da yoğunlaşmış bir despotizm’dir. İslam ve Avrupa tarihinde önemli bir yeri vardır. Avrupa tarihi süreci içinde yerine göre önemli rolleri olmuş, fakat uygarlık tarihine katkısı sınırlıdır. Sanata, bilime, felsefeye hatta dünya edebiyatına etkisi olmadan, yüzlerce yıl yerleşmiş imparatorluğun dünya kültür tarihine katkısı göçer Türk devletleri gibi yok olmuştur. Kuşkusuz devletler yok olur ama, dilleri olan uluslar yok olmaz.

Bu bağlamda Osmanlının mirası ‘Türk Dili’ ve gelecekte bu dille yaratacağı her konuda yapıtlar olacaktır. Çağdaş dünyaya, felsefe ve sanat yoluyla Cumhuriyetin ilk çağı gibi katkılarda bulunmak sürecini başlatmamız gerekir. Cumhuriyet öncesi sürece baktığımızda, bu gelişememenin hikâyesi acıklıdır, fakat Cumhuriyet, çok yüklü bir programla ilerlemeyi başlatmıştır.

Sevgili okurlar, 28 Mehmet Çelebi’nin Paris’e elçi olarak gidip gelirken Rokoko taş bezeme çizimleri getirmesinden başlayarak, 18 ve 19. yüzyıllar, Osmanlı’nın yıkılmamak için Avrupa’ya dönüp bakmaya başladığı yüzyıllardır.

Müslüman mimar yoktu

Fakat Osmanlı 19. yüzyıla geldiğinde hâlâ Müslüman- Türk mimarı yoktu. Nuruosmaniye külliyesinin mimarı bir Hristiyandı. Mimaride Osmanlı’nın batılılaşmasında gerçek hamle, bir Hristiyan mimar tarafından, fakat sultanın uygun görmesi ile gerçekleşiyordu. 3. Selim’in ve sonrasını ahşap saraylarının tasarımlarını da Müslümanlar yapmadılar. Osmanlı 19. yüzyılının bütün mimarları ya Rum ya Ermeni ya da yabancıdır.

Ayasofya’nın restorasyonunu yapmak için Rusya’dan İtalyan Fossati kardeşler davet edilmişti. 19. yüzyılda sultanların bütün saray ve camilerini Ermeni Balyan ailesi yapmıştır. İngiliz sefaretinin mimarı olan William James Smith, birçok yapının “Taşkışla’nın da mimarıdır”. Vallauri, Mongeri, Ünlü Art Nouveau mimarı Raimondo D’Aronco İstanbul’un son Osmanlı dönemini yaratan Avrupa mimarisinin tasarımcılarıdır. Bunların arasında iki Türk mimarı, -ikisi de Avrupa’da okumuş- Kemaleddin ve Vedat Bey’ler vardır.

1950 yılına kadar Osmanlı başkentinin karakteristik konutları yaşıyordu, İstanbul koruma planını o konutları ve mahalle dokularını restore ederek yapsaydık, şimdi dünyanın en özgün kentinin sahibi olacaktık.

Batılılaşma, özel öğretimi ile orduda başlar. Ordunun Batı ile savaşır güce gelmesinin eğitimden geçtiğini anlayan Osmanlılar için Humbarahaneden başlayarak, yabancılar idaresinde askeri okullar hatta mühendishane bile açtılar. Fakat toplumun eğitilmesi medresede kaldı. Din eğitimi içinde, Batılılaşma söz konusu değildi.

Askerleri okutarak, Kurtuluş Savaşını yapacak aydın ve vatansever bir ordu kadrosu yetişmişti. Cumhuriyetin kurucusu o ordunun askerleri ve Anadolu halkıydı.

Göçer devlet geleneği sürüyor

Avrupa’da 13. yüzyılda üniversiteler açılmaya başlanmıştır. (Bologna Cambridge, Oxford gibi) Avrupalılar üniversiteye, din, hukuk, tıp, matematik gibi alanlarda girebiliyorlardı. Osmanlı, bir üniversite kurmaya Abdülmecit döneminde başlamış, Darülfünun’u ancak 1896 senesinde kurmuş fakat savaş nedeniyle 1916’da kapatmıştı.

600 yıllık yaşamından sonra başkentini, Müslüman olmayanlara yaptıran sözde “Müslüman” bir devlet, hâlâ göçer toplum geleneğini izliyor, egemen olduğu toplumların halkını işçi olarak kullanıyordu. Bu sultanlar, Müslüman ve Türk kadınlarla evlenmediler. En önemli askerlerini ve bürokrasilerini devşirme kullarla oluşturdular. En büyük mimarları da bir yeniçeri zemberekçibaşısı (istihkam yüzbaşısı) idi.

Bu durum göçer kafasının değişmediğini gösterir. Belgeler, İslam’a giren ve Osmanlı üretimini gerçekleştiren Hristiyanların künyelerini vurgulamazlar.

Çağdaşlığa ne kadar uygunuz?

İmparatorluğun yıkılmasından ve yurdun her köşesinin Yunanlılar, Ruslar, İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar tarafından işgal edilmesinden sonra kurulan Cumhuriyet, bugün Türkiye’yi yaşatan tek tarihi temeldir. Ve halkın katkısı ile kurulmuştur. Son yarım yüzyılda yavaş yavaş, dış yardımlarla ve programlarla kemirildi. Bu durum hâlâ gürültüsü süren olaylarla da kanıtlanıyor. Bu davranışın Türk halkının varmak istediği amaçlara neden ulaşamadığını açıklıyor. Bunun yerine kurulabilecek yeni bir program yok.

Görünüşün arkasına geçip, davranışlarımızın çağdaş yaşama uygun olup olmadığını görmeye alışmamız gerek. Gazetelerde, radyolarda, televizyonda ve günlük yaşamda biz çağdaş değiliz. Tek insandan, devlete kadar bunu irdelememiz gerek. Bu bir devlet programı ile buluşamıyor. Önce devletin ve sağduyulu halkın çoğunluğunun hâlâ neden “gelişmemiş” ülke sıfatını taşıdığımızı görmesi, sonra bu geri kalmışlığın hangi davranışlarla ifade edildiğini öğrenmesi gerekiyor.

Bu yazının başında söz edilen göçer sömürüsü deyimi ile Osmanlı sömürüsü arasında fark çok. Fakat her ikisi de ortak bir nedene bağlı. Göçer, işgal ettiği ya da fethettiği ülkenin insanlarını, kendisinin üretemediği iş ve mallarını sömürüyor. Egemen olduğu dönemde bunu yapıyor. Göçer, yeni fethedip egemen olduğu ülkede köle olanların sanatlarını öğrenmiyor. İşlerini onlara yaptırıyor. Biz Hristiyan gençlerden dünyanın en gelişmiş ordusunu kurmuşuz. Osmanlı haremi bile Türk ve Müslüman değil.

Osmanlı padişahlarının içinde sadece 2. Osman, bu sistemi ortadan kaldırmak gerekliliğini söylemiş ve Hristiyan dönmeler de onu öldürmüşlerdi.

Acaba öğrenmeyi de kölelerimize mi yaptırdık? Medreseler dışında okul oldu mu? Bir medrese bitirenin bilgisini incelediniz mi?

Bu sorulara vereceğimiz cevapların, geleceğimizi oluşturmak için bizlere önemli veriler göstereceğine inanıyorum.

Doğan Kuban

Bu yazı HBT'nin 100. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban