Cahil ve cehalet sözcükleri Osmanlı döneminden kalan en büyük mirasımız

Doğan Kuban Y
Cahil ve cehalet sözcükleri Osmanlı döneminden kalan en büyük mirasımız

İlginç olan bir özellik var: Bütün kötü olguların adlarını Arapçadan alınan sözcüklerle ifade etmişiz. İşte size küçük bir kötülük demeti: cani, cerh, ceberrut, cellat, cehalet, cenaze, cinayet (Bir Türkçe uzmanından bunların karşılıklarını öğrenmek isterdim.)

Cahilin çağdaşlaşma isteği 1950’den sonra, kapitalist dünyanın her istediğini yaşamımıza sokmasına neden olmuş. Bu, “görmemişin oğlu olmuş….” hikayesine benziyor. Güncel yaşamda da 1950’de bir milyon nüfuslu İstanbul’un otomobil ve gökdelenli 15-20 milyon nüfuslu bir yığıntı olarak sonuçlanması, bir görmemişlik olgusudur.

Dünyanın en güzel kentini dünyanın en çirkin, kalabalık, her yolu tıkalı bir agglomeraya çevirdik. Neden? Cehaletten; kentin tarihi karakterini camiler korunursa olur sandılar, neden? Cehaletten.


Cehalet Türkiye’nin kurumlarında canlı kalan bir veba mikrobudur. Köyden kente akan cehalet, sokaklarda yaşıyor. Küçük birkaç yeşil alanı inşaat kurbanı yaptılar. Osmanlı başkenti İstanbul’un tarihi karakteri birkaç gökdelen tüccarından daha mı önemli? ‘Kral çıplak’ hikâyesini gerçekleştirdik. Aslında herkes bilgi çıplağı. Bilgi çıplaklığı arttıkça toplumun yüzüne karalar sürülüyor.

İthalat toplumu

1950’den önce, cehalet sözcüğü, genelde, okuma yazma bilmeyenler için kullanılırdı. Şimdi toplumun, sadece okuma yazma değil, bilmesi gereken hiç bir şeyi öğrenmemiş olduğunu gördük. Bu toplum, sanatı küçük el işlerine, biraz mimariye indirgemiş bir ithalat toplumu. Yüzde doksanı köylü olan halk hiçbir şey bilmiyor, yaşadığı dünyayı da tanımıyor, çarşıda incik boncuk peşinde olan çocuklara benziyor.

Kuşkusuz imparatorlukta büyük yetenekler hatta dâhiler de vardı. Fakat toplumun cehaleti onların varlığını desteklemez.

Tanzimat’tan sonra, özellikle Avrupa’ya giden, dil öğrenenlerin ulaştığı daha yüksek entelektüel düzeyler oldu. Fakat o aydınların arasında Avrupa’nın yetiştirdiği düzeyde dünya çapında bir düşünür yetişmemiştir. Çünkü bu insanlar sanat ve bilimin olmadığı, kitap basılmayan, yüksek okul olmayan bir ülkede yetişmişlerdi.

Cumhuriyet 17 yılda, bütün Osmanlı tarihinde olduğundan çok çeşitli okul, sanat kurumu açmış, üniversiteleri yeniden kurmuş, Avrupa’ya öğrenciler göndermiş, köy enstitülerini açmıştır. Cumhuriyetin sadece 17 yıl süren büyük savaş öncesi gelişmesinin, ancak küçük bir bölümü Osmanlı döneminde vardır.

50’de 1 üniversite

Avrupa’nın 15. yüzyıla kadar açtığı üniversite sayısı 50’den fazladır. Osmanlı ise ancak bir tane açmıştır. Bu bilgiyi cahillerin hafızasında kalsın diye yineliyorum. Bizde basılan kitap 18. yy. sonuna kadar 100’ü geçmiyor. Avrupa’da her yüzyıl milyonu geçiyor. Osmanlı döneminin dünyaca tanınan ne büyük sanatçısı ne bilim insanı ne filozofu ne de romancısı var.

Osmanlının entelektüel düzeyde yazacak dili de yoktur. Osmanlıca, Arapça harflerle yazılan halk dışında bir dil. Bunun ne düşünür ne bilim insanı ne de yazar yetiştirmediğini biliyoruz. Osmanlılar önce Arapça cahili, sonra her şeyin cahili… İstanbul’da olmayan başka yerde olmamış. Bugün çoğu köylü kökenli olan halkın, dünyadan, bilimden ,teknolojiden, sanattan uzak, yüzeysel yaşamında cehaletten başka bir şey bulamazsınız.

Cahil kime denir?

Bugün cahil dediğimiz bilmesi gerekeni bilmeyendir. Bir matematik hocası, bahçe düzenleyemezse cahil olmaz. Kimya hocası da bütün kimya pratiğini bilmez. Bilgi iki türlüdür: Günlük yaşamın gerektirdiği pratik ve sosyal bilgiler. Bunların varlığı uygarlık düzeyini, yani toplum içinde insanların davranışlarını belirleyen bilgilerdir. Bunlar okulda öğretilmez. Artık günümüzde giderek kalabalıklaşan İstanbul gibi kentlerde insanlara, ortak yaşama ilişkin oldukça ayrıntılı bilgiler vermek zorundayız.

İkinci bilgi ihtisastır. Bu her mesleğin, mühendisliğin, öğretmenliğin, ekonominin, bilimin çekirdek bilgisidir.

Sokaktaki uygarlık, çağdaş insanın özgür kimliğine saygıdan kaynaklanır. Bu saygı insanın beynine yerleşmemişse o topluma uygar denemez. Bu bizim kentlerimize henüz yerleşmedi, kente gelen köylülere de bu olgu erişemiyor.

Cahillik politik olarak istismar edilen bir kültürel yoksulluktur. Partilerin bu bağlamda ciddi tedbir aldığı görülmüyor. Amaçları insan kişiliğini, toplumsal bütünlüğü yüceltmek olan, az gelişmiş bir toplumun politik ortamında kişileri uygarca davranmaya ulaştıracak bir bilinç partilerde de yok!

Üniversite ve kalite

Sevgili okurlar, kuşkusuz toplum cehaletinin yok edilmesi, üzerinde durmamız gereken en önemli sorundur. Bunun odağı üniversitedir. Yüksek öğretimime başlarken sınavla öğrenci alan tek okul Yüksek Mühendis Mektebi idi (1943). Bugün sınava giren milyonlar var. Yüksek Mühendis Mektebindeki o sınava sadece 900 kişi katılmıştı ve 180 öğrenci alınmıştı.

Bugün İstanbul’un nüfusu nasıl arttıysa, resmi, özel okul ve üniversite sayısı da arttı. Fakat öğretim para kazandırabilen bir iş olduğu için özel okullar da gökdelenler gibi arttı. Bu öğretimin kalitesini giderek düşüyor. Üniversitelerin dünya klasmanındaki yerlerini, yayımlanan kitapları, öğrencilerin performanslarını şimdi hoca olan eski öğrencilerimiz anlatıyorlar. Üniversitelerin en iyileri bile yurtdışındaki itibarlarını yitirdiler.

Paralı öğretimde, kazanmak üzerine kurulu sistem ülke öğretimini dejenere etmiştir. Çünkü yeterli sayıda iyi yetişmiş uzman hoca yoktur. Bu arada üniversitenin geliri öğretimden daha önemli olduğu zaman, yeni kurulan ve birkaç yılda on binlerce öğrenci alan kurumlar öğretim düzeyini gereken düzeyde tutmak olanağına sahip değildir.

Öğrenci sayısı üniversiteye girenlerin yetişmiş olmalarından çok kazanca dönüktür. Kuşkusuz öğretime, en az para kadar önem veren üniversiteler var. Özellikle büyük kentlerde bu kurumlar var. Fakat bütün üniversiteler öğretmen krizi yaşıyor. Derslerin başlıca hocaları en çok doçent oluyor.

Yüksek Mühendis Mektebi, Teknik Üniversiteye dönüştüğü zaman eğitim kadrosunu doçent düzeyine çıkarması uzun yıllar sürmüştü. Onların içinde iyi bilim insanları yetişti.

Fakat büyük bilim insanı olanlar sadece bir iki taneydi. Eğer doçent, profesör sayısı ile orantılı bilim insanı yetişseydi; Türkiye, saygıdeğer bir bilim ülkesi olabilirdi. Günümüzde bilim insanı iki türlü yetişiyor. Ya yurtdışına gidiyor, ya da kişisel yeteneği ve şansı ona bilim dünyasının çalışma ritmini öğretiyor.

Bilimin dünya düzeyine çıkması için araştırma, yayın ve para yardımına gereksinme var. Buna ek olarak bilinçli bir eğitim bakanlığı, araştırıcıya özgürlük, araştırmaya parasal yardım, kitaplık ve yaratıcı çalışanların emeğini yansıtan ülke içi, ülke dışı öğretim ortamı ile ilişki gerekir.

Resmi üniversite, bir düşünme ve düşünceyi yayma kurumudur. Bunu da ancak özgür olursa yapabilir. Sözü edilen özgürlük, düşünmek, düşünceyi öğretmek, bir özel bilgi alanında, yeni bilgi üretmek demektir. Bunu başaran ülkeler uygar ülkelerdir. Özgür düşünce olmadığı zaman bilgi olmaz. Üniversite dışarıdan idare edilirse, politik kurum olur. Uygar toplumun gereksinme duyduğu kurum olamazlar.

Doğan Kuban

Bu yazı HBT'nin 121. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban