Çin ve biz…

Doğan Kuban
Çin ve biz…

8.5 milyar dünya insanın arasında hâlâ atom bombası yapmayı düşünen kaçıklar var. İnsanların hepsi değişik koşullarda yaşamaz ama kapı komşunuz olabilir. Bu kapı komşuları arasında Türkiye’deki gibi dünya cahili milyarder köylüler de var. Ve bugün milyonların halüsinasyonları yanınıza kapı komşusu olarak bir köylüyü getirebilir.

Bütün bu insanların bölüştükleri tek şey hayaldir. Öyleyse milyonlarca insanın katıldığı bir atom savaşı niye yok? Doğrusunu isterseniz birçok kavramın tanımı var fakat kendisi yok. Nitekim demokrasi hiçbir zaman olmadı ve her zaman insanları motive eden bir çark olarak dönüp duruyor.

O zaman sormamız gereken bir soru var. Bu kavramların dünya tarihini doldurması nasıl bir mekanizmanın sonucudur? Dünya insanları arasında neden bir demokrasi tartışması oluyor? Kim izin veriyor? Uluslararası kapitalizmin paraya doymayan temsilcilerinin ve megaloman politikacıların yerleşmiş toplumsal tavırları sonucu olduğunu düşünebiliriz. Gerçekten de mantıksız söylemlerin ortada dönüp durması, paraya doymayan kapitalist çetelerin yöntemlerinden biri olmalı.


Beni en çok etkileyen, son günlerde Amerikan Reis-i cumhuru Trump’ın Suudi Arabistan’a silah satması; açıkça Müslümanların birbirini öldürmesi için Amerika’dan silah alan bir Arap çetesinin var olduğunu gösteriyor. Bunun sonucunda ortada dolaşan bazı olgular var. Demokratik Türkiye’nin, Irak ve Suriye söylemi. Kuzey Kore’nin bombası, Amerika’nın silah ticareti ve Türkiye’nin kahramanlık söylemleri.

Ortaçağ hareketleri

Ben bunu daha çok Amerikalıların kendi ekonomik durumları hakkındaki yorumlara dayandırarak, batmak üzere olan geç kapitalizmin deformasyonlarından biri olarak görüyorum. Bizim açımızdan, bu iğrenç uygarlık fiyaskosu ilke olarak dine aykırı bir harekettir. Peki Kudüs’ün fethi gibi bir ortaçağ hareketini 20. yüzyılda görmek çağdaş bir dünyada nasıl yorumlanacak?

Sevgili okuyucular; bu düşüncelerle yaşayanlar bu çağda nasıl yetişiyor? Bu sorun, bu akıl almaz komedilerin çağdaş dünyanın gelişigüzel kavgalarının belki sonucu olacak. Bir kısmı bizim gibi cüce bir entelektüel dünyada yaşayanların çıkardığı gürültü patırtıdır. Bugün Türkiye’ye bakarsanız bilimsel tavır, öğretim, sanat, bilim… Dünya çapında hiçbir karşılaştırma imkânı vermeyecek şekilde çökmektedir. Görünüşe göre İslam dünyası için böyle bir kurtarıcı kavga olmaz, olsa olsa Müslüman dünyanın köleliği ile biten bir hay huy olur.

Sözde demokratik kavramlar

Sevgili okuyucular; herhangi bir gazeteyi açıp, Türk idari ortamını dile getirilen akıl almaz zırvaları okursanız, bu kadar gelişmemiş düşüncelerin ortada dolaşması sizi her dakika şaşırtabilir. Gazeteleri sabahtan akşama kadar dolduran sözüm ona sembolik, demokratik kavramlar ve sözler fakir ülkelerin içinde bulunduğu ekonomik koşulların, onların asla kavuşamayacakları dünya kavramlarıyla yalancı karşılaşmalarından ibarettir.

Bu bağlamda temel sorunumuz, ekonomik kölelik sorunudur. Fakat buna açılan her İslam toplumunun da çağdaş olması söz konusu değildir. Ekonomi ve İslam aynı büyüklükte araçlar da değildir. İslam dünyasının hemen hemen her köşesi birbirinden bazı özellikleriyle ayrılan farklı bir toplum yapısına sahiptir. Çağdaşlarını peygamber zamanında yaşanan İslam’a eşit kılmaya çalışan her ülke, bugün gördüğünüz gibi bir hayal âleminde yaşıyor. Bütün bunların batılı jandarması da Amerika’dır! Adına batılılaşma ve demokrasi dediğimiz, gerçekte Cumhuriyet rejiminin değişmeye başladığı yıllarda, bize yeni batılılaşma programını tanıtan ve satan ticaretin ipe çektiği öncü etkinliktir.

Bu bir maskeli demokrasiydi. 1950’den bu yana Türkiye bu programın içindedir. Türkiye’nin 1923’ten sonraki çağdaş kültürleşme çabası buna yanıt bulamadan ne hale geldiğimizi gösteriyor. Bizim gençliğimizin 1930 ve 40’lı yıllarda çağdaşlaşmak için gösterdiği çabanın uzantısı ne yazık ki devam edemedi. Ama bunun için 80 milyonluk Türkiye’yi suçlamayın! Bu denli bilgisizliğin yaratacağı davranışlar, adını bile koyamayacağımız bir kargaşa yaratmıştır.

Çin’in büyük atılımı

Cumhuriyet kurulduktan ve Atatürk öldükten sonra Çin’deki Mao devri tartışmalı olarak sona erdi. 1978’den sonra Çin kendine özgü olağanüstü bir atılım yaparak, 40 sene içinde Amerika’dan sonra ikinci modern ekonomi oldu. Bugün Çin’de açlığın yok olduğunu ve Çin’in dünyanın ikinci sanayii üretimi olan ülkesi olduğunu biliyoruz. Hatta bugün Çin’in 1.5 milyara yakın nüfusu ile dünyanın alternatif gelişme modellerinden biri olduğu düşünülüyor. Kuşkusuz bu coğrafi ve nüfus büyüklüğünde bu kadar eski bir ülkenin böyle bir kalkınma modeline sahip olmasını, Avrupalılar, dünya çapında bir gelişme modeli olup olmadığını tartışıyor. Bu hayalin gerçek olabilmesi için Türkiye’de tanımlanan her şeyin yeniden tanımlanması gerekiyor.

Peki Çin’in başarısının ilkeleri ne olabilir? Newsweek’in 22 Eylül 2017 tarihli sayısında özellikle Çin akademisyenlerinden Zhang Weiwei de bu kuramsal yapıyı dile getiriyor. Hatta Zhang Weiwei devletin yasal yapısının, Çin’e kendine özgü bir yasallık tanımı getirdiğini söyler. Bunun temelinde de mutlak bir seçim sistemi var. Bu çalışmada Çin’in bu sistemine bir uygarlık devleti (Civilizational State) demişler.

Bu sınıflandırma otokrasinin Çin’deki gücüne bağlı olarak otokrat adını da taşıyabilir. Fakat burada otokrasi ile bürokrasinin örtüşmesinin kimsenin reddedemeyeceği bir tarafı var. Sonuçta Çin’deki seçim sistemine bakınca, Çin kendine göre oldukça modern ve bürokratik baskıdan uzak bir ülke olarak gözüküyor. Daha ayrıntılı düşünüldüğü zaman, Çin’i bu düzeye çıkaran özellik; 2000 yıllık tarih, kıta büyüklüğünde bir devlet ve 1,5 milyara ulaşmış nüfustur.

Nitekim Çin sistemi neredeyse halk demokrasisini çok geride bırakan bir demokratik devlet konumuna yerleşti. Bir bakıma Çin, dünyanın en eski demokrasilerinden biri oluyor. Böylece bu kalabalık toplumun aktif olabilmesi için bu boyutlara sahip olması gerekiyordu. Bu belki de “National State” tanımına tam tekabül etmiyor, fakat devletin çalışması Avrupa boyutlarında değil Çin’in sayısal boyutlarında bir anlam kazanıyor ve işliyor.

Konfüçyus’tan bugüne meritokrasi

Bugün ta Konfüçyus’tan beri devam eden Çin meritokrasisi bu etkili aktif ortamı hazırlayan bir altyapıdır. Bu uzaktan, Avrupa’nın seçme ve eleme sisteminin benzeri gibi gözüküyor. Çin’in denemeleri 1978’den sonra batıya benzemeye başladı.

Özetlemek gerekirse; birbirlerinden esinlenmeden, Asya’nın doğusunda ve batısında giderek artan ve örgütlenen toplumlar adeta zorunlu olarak bugünkü oy sisteminin getirdiği dengeli demokrasiye yaklaşıyor. Tartışma, bu gelişmenin belki de evrensel bir olasılık ve demokrasiye dönüşeceğine inandırabilir. Fakat bu durumu Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki yozlaşmayla karşılaştırırsak ve politik yozlaşmanın toplumun örgütlenmesi, eğitimi, bilimsel olarak geri kalması ve her gün gazetelerde okuduğumuz dejenerasyon ile karşılaştırırsak, Türkiye nüfusunun bugün gelişmiş dünyaya egemen olan, çağdaş kriterlere, tüm sayısal parametreleri içinde olanak vermediğini de söyleyebiliriz.

Bu bağlamda 1950’den sonra İslam dünyasının ilk laik cumhuriyetinin demokrasi için yeterli ve çağdaş parametrelere imkân sağlamadığını söylemek de olasıdır.

Doğan Kuban

Bu yazı HBT'nin 81. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban