Cumhuriyetin başından bugüne Türkiye’de uygarlık

Doğan Kuban
Cumhuriyetin başından bugüne Türkiye’de uygarlık

Sevgili okurlar,

Yaşadığım yıllarla, Türkiye’nin hallerinin o sırada vurgulamak istediğim özelliklerini yan yana getirdiğim bu yazı, yeniden Türkiye’yi düşünmeye yarayabilir.

Cumhuriyetin ilanından üç yıl sonra (1926) babamın okuduğu Paris’te doğduğum ev, o tarihten sonra yıkılıp yeniden yapılmadığı için, hem o zamanki mahalleyi hem de doğduğum evi her zaman görebilirim.


Birinci uygarlık gözlemi: Dünyanın en ünlü kentlerinden biri, Fransa’nın başkenti Paris’in merkezi 1926’daki “merkez mahallelerinde”, hiç bir şey değişmemiş. 1930’da babam Ankara’ya tayin edilmiş.

1930 Ankara’sının Çankaya’daki bir bağın ahşap bağ evinde oturmuşuz. Ankara henüz yok. 1931’de Berlin’de yaşamışız. 1936 da anaokulunda; Montessori programı uygulanıyor. Bu program henüz Türkiye öğretim sisteminde yok. 1932 İstanbul, Davutpaşa İlkokulunda 1. sınıf; anneannemin üç katlı ahşap evi Cerrahpaşa’da idi…

İkinci uygarlık gözlemi: Surlardan Aksaray’a kadar ahşap İstanbul; Konaklar, evler ahşap. Pertevniyal Sultan camisi. Süslü neoklasik, kargir. Langa-Yenikapı arası bostan; karada tramvay tek araç. Tramvay deposu Aksaray’da.

1930’larda İstanbul’un eski mahallelerinde yeni yapı inşaatı çok sınırlıydı. 2. sınıfı Beşiktaş’ta, Ihlamur ve Ortaköy’de okudum. Burada yeni yapı yoktu. Bölgenin en güzel yapısı Akaretler’deydi. İstanbul değişmemişti. Ahşap bahçeli bir konak kiralamıştık. İstanbul’un en güzel ulaşım aracı saat gibi işleyen Şirketi Hayriye vapurları idi. Kara ulaşım aracı da tramvaydı. İstanbul’un Avrupası Beyoğlu’nu para merkezi Galata-Karaköy’e bağlayan tünel çok muntazam çalışan ve halkın gözdesi ulaşım aracıydı. 1940’da bunlar 800 bin nüfuslu kente yetiyordu.

Eğirdir, bir zamanlar

1937 – 1943 yıllarında babam Anadolu’da kıta ödevini yaptı. Bir yıl Elaziz, 2 yıl Eğirdir, bir yıl Denizli ve 5 yıl Ankara’da okudum. Yapılaşma sınırlı idi. İl merkezleri bugünkü küçük kazalar kadardı. Ankara henüz yeni kuruluyordu. Elaziz, Abdülaziz’in kurduğu, henüz gelişmemiş bir küçük kasaba idi. Eğirdir Anadolu’nun en güzel gölü, dağları, bağları, balıkları, eski surları ile benim yaşımda çocuklar için bir cennetti. 3 mahallesi vardı. Cumhuriyet buraya bir dağ talimgahı yaptırmıştı.

Hücumundan korkulan Alman ordusunun ne kadar güçlü olduğu, orada sürekli konuşma konusu idi. Denizli ve Nazilli yeni yeni gelişiyordu.

Denizli eski iki katlı evleri, caddelerdeki bahçeden bahçeye geçen açık kanallarıyla yemyeşil güzel bir kasabaydı. Kentin suyu boldu. İncili Pınar güzel bir gerdanlık gibi halkın doldurduğu bir bahçeydi. Hierapolis- Pamukkale antik kenti Denizli’den 18 km. uzakta, sıcak su havuzları ve travertenleri kenti daha da ünlü kılmıştı.

Hafif sanayinin Anadolu için çok önemli olduğu ve dokuma fabrikalarının yapıldığı yıllardı. Bu fabrikalar ülkeye futbol takımlarını soktular. Büyük kentlerin haricinde o dönem sinemalar da yoktu. Eğirdir’in sineması, dağ okuluna getirilen bir sinema makinesiydi ve askeri Mahfil’de bu sinemayı halk için oynatan da babamdı.

Türk yurttaşı olmak

Yeni başkente geldik. Yenişehir’de tek katlı, bahçe içinde bir evi kiraladık. Kızılay’ın güney batısındaki evlerin çoğu tek ya da iki katlıydı. Ankara’nın iki erkek, tek kız lisesi vardı. Üniversite yeni kuruluyordu. Çankaya-Ulus arasında üç ana yolu vardı. Tek araç otobüs idi. Ankara’ya geldiğimizde Türkiye’nin nüfusu 15 milyondu. Başkent planı 300 000 kişilik bir kent sınırı içinde düşünülmüştü.

Anadolu’da ve yeni Başkent’te geçirdiğim 9 yıl, benim içeriğini anlayarak, Türk yurttaşı olmamı sağladı. Eğridir’de köylülerle okula gittim. Bütün kentlerde annem, Anadolu halkı ile iç içe yaşadı.

Öğretmenlerimin arasında Anadolu’nun uzak köşelerine gelmiş, fedakâr genç kızlar vardı. Bize, derslerle birlikte vatan sevgisi öğrettiler. Ülkeyi seven ve onu başarılı olacak bir düzeye ulaştırma çabasını göstermeye hazırlanmış olan günümüz öğretmenlerini de aynı çaba bekliyor.

Bu psikoloji, 1960’larda orduya da egemendi. Olasılıkla ordunun doğru düşünenleri Kore’de ölen, şehit olan bine yakın gencin, NATO üyesi gibi boş bir politik unvan için ölmesinden acı duymuşlardır. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batıya borçlu olarak yeniden politik bağımsızlığını yitirdi.

Acaba Suriye ile savaşta olmamız, o eski politik kararların devamı mıdır? Benim kuşağımın bu soruyu bu güne bırakması bizim yeteri kadar gelişmemiş politik bilgisizliğimizdir.

Cumhuriyet, Kurtuluş’un devamı

Bizim kuşak Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşının devamı olarak kabul etti. Fakat bunun sosyal içeriğini Atatürk’ün nutukları dışında kuramsal olarak görmedi. Uygulamalar, idarecilerin gerçekleştirebildiği etkinliklerdi. Atatürk’ün erken ölümü, Türk aydınında doktrinler üzerinde düşünme geleneği olmaması, Amerika’nın dünya egemenlik programı, bizim program yapmamıza engel oldu.

1949 mezunu Kuban, çok okuyan ve Cumhuriyetin taraftarı olmasına karşın, Cumhuriyeti olmuş bitmiş bir iç mutfak sorunu olarak düşünmeye devam ediyordu. Bu noktada Osmanlı toplumunun cehaletini, olumsuz ve yetersiz bir miras olarak kabul etmek ve bugünkü içeriksiz tartışmayı terk etmek gerekir. Osmanlı döneminin dünya bilim tarihine geçmiş tek bir bilim adamı, felsefe tarihine geçmiş tek bir filozofu yoktur.

Kanımca toplumun meraksızlığı, okumaz olması, bilgisizliği, ülkenin yakın geleceğini tehlikeye sokuyor. Aşırı hızlı bilimsel ve teknik gelişme dünya ekonomisini çıkmaza sokarsa bu kriz en çok sanayi üretimi “az gelişmişler” sınıfında kalmış ülkelerde olacak. Bu krizin 10-15 yıl içinde gerçekleşme olasılığı var, ve bu krizin büyük etkileri Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde olacak. Buna karşı savaş verebilecek sınıfları yetiştirmiyoruz.

Türkiye’deki halkın süregelen bilgisizliği nedeniyle, dünyanın gelişme durumundan haberdar olmaması, ekonomik ve kültürel geleceğini bugünden tehdit ediyor. Fakat yazının amacı bu değil. Zaten bilgisi ve bilinci açılmamışları ürküterek bir sonuca varılamaz.

Boş tartışmalar

1980’den sonraki gelişmelerin devleti getirdiği tüm olumsuzluklar geleceğimizin kapısında: Şehitler, borçlar, kadın cinayetleri, kazalar, politik boş tartışmalar ve hepsini özetleyen bir propaganda ortamı, reklamdan, politikaya kadar ortaya çıkmış durumda.

Bu yaygın evrensel bir durum, ama bizim güncel yaşamımız Batı ülkelerinin çok gerisinde.

1980’den bu yana ülkede, her sınıftan insanın egemenliğini gördük. Amerikalı hoca ve irşat ettikleri, ülkeyi ortaçağ kapılarına kadar götürdüler. Türkiye, Cumhuriyet kurumlarının adları dışında hiç bir program uygulamıyor. Bu politika bizi Avrupa’nın parçası olmaktan ayırmak üzere. İstanbul’un uygarlık düzeyi Şam, Bağdat, Kahire, Riyad düzeyinde. Saçını ve kolunu gösteremeyen okumuş kadınlarımız, Türkiye’nin çağdaş “Araplaşmasını” temsil ediyorlar. Milyonlarca kadın imam hatip okulundan mezun olacak. Bu insanların çağdaş bilime katkısı ne olacak!

Doğan Kuban

Bu yazı HBT'nin 103. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban