Dünya tüm ilkelleriyle bir canlı tarih müzesi

Doğan Kuban
Dünya tüm ilkelleriyle bir canlı tarih müzesi

Sevgili okuyucular, dünya çağdaş yaşamın bütün özellikleriyle birlikte bir canlı tarih müzesidir. Bu müzenin sergiledikleri arasında İlk ve Ortaçağ davranışı ve hatta araçları ile yaşayan insanlar da var.

Amazon yerlileri ilkel bir kültür ortamında yaşıyorlar. Arap ve Afrika çöllerinde İslam’ın ortaya çıktığı dönemde yaşayan Karalar, Araplar, Asyalılar var. Ortaçağdaki düşünce ve inançlarla yaşayan yaşayan Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler, Hintliler var. Kendisine Eflatun’u, İsa’yı, Kant’ı, Marx’ı, Hitler’i, Mao’yu, Mevlana’yı ya da deli bir tarikat şeyhini, bir kovboyu ya da bir mafya babasını örnek alan insanlar yaşıyor.

Dünya bir kapalı hayvanat bahçesi değil, açık bir insan müzesidir. Bu müzenin insanları, ehli hayvanlar gibi, çağdaş insanlarla birlikte yaşarlar. Çağdaş toplum denen, aslında bu akıl almaz çeşitliliğin yarattığı karmaşadır.


Bu karmaşanın içinde, boyutları her yerde değişik bir iç strüktür var. Örgütler var, partiler var, devletler var, uluslararası örgüler var. Fakat savaş, yağma, cinayet, hırsızlık da var.

Tanım ve görüntü farklı

Başka bir deyişle uygarlık tarihi diye öğrendiğimiz soyut düşüncenin tanımladıkları ile dünyanın görüntüsü aynı değil. Bilimin geliştiği, bilginin yayıldığı, iletişim olanaklarının sonsuz olduğu bir dünyada bunların yan yana yaşaması bir felaket senaryosudur.

Fakat bu durum, kötümser olmayı gerektirmiyor. Gelişme, uygarlaşma denen, tıpkı evrim gibi, homojen olmayan bir gelişme. Bilginin, özellikle iletişimin devrimsel hızına toplum yapısı ayak uyduramıyor. Toplum örgütlenmesi ve gelişmesinin hızı, aklın evrimsel kapasitesinin üretimine yetişemiyor.

Türkiye tipik bir örnek. Demokrasiyi yürütemiyoruz. Otomobil ve telefona yapışmışız. Hepsi Batı orijinli. Birini rafa kaldırıyoruz, diğerine yapışıyoruz. Burada toplum açık bir çelişki içinde yaşıyor. Tarihte de farklı değildi. Bileşenleri fazla olan karmaşık sorunların çözümü zordur. Halk dilinde eski bir deyim de var: ‘Nerede çokluk orada…!’

Çok bilginin felaket getireceği düşüncesi, bunlardan daha ciddi bir tehlikeden söz ediyor: Kontrol edemedikleri bir gelişmenin insanlığın sonunu getirme olasılığı var: Çok sayılı öğelerden oluşan gelişme ve ürünler ortalıkta bağımsız dolaşırsa, bunların yaşama getirecekleri kargaşa ile nasıl uğraşacağız?

İnsan yaşamı 5 para etmiyor

Örneğin otomobil günün en gözde oyuncağı. Kapitalist ekonominin çekirdeği. Türkiye’de 2015 yılında trafik kazalarında 7000 kişi öldü. Dünyada da bir milyon. Başka bir deyişle bir milyon insanın ölümü otomotiv endüstrinin gelişmesinden daha önemli değil.

Uygarlığın en yüksek noktasına ulaştığı çağ olan 20. yüzyıldaki savaşlarda 200 milyona yakın adam öldü. Bugün ülkelerinden kaçan milyonların, arada bir Akdeniz’de boğulan elli altmış kişisi, sokaklarda alışveriş yapan, turistik gezilere çıkan yüz milyonlar için haber bile değil. Trump’ın Suudi Arabistan’a, diğer Müslümanları öldürmek için, 400 milyarlık silah satıyor. İnsan yaşamının değerinin beş para etmediği bir dünyada yaşamaya başladık.

Sadece insan nüfusunun artması değil, dünyanın gelişmiş toplumlarının insanlık dışı egoizmi, geliştirdikleri insanlık değerlerini, hatta dini inançlarını unutarak, atom bombalarıyla yüzbinlerce insan öldürmesi, Yahudileri yakması insanlığın çılgın bir felaket ortamında yaşadığını kanıtlıyor.

İslam dünyasının hali aşağılık bir kapitalist program sonucu değil mi? Dünyanın zengin ekonomilerinin fakir İslam ülkelerinde ne işi var?

İnsanın evren, dünya, insan hakkında bilgileri artıyor. Doğaya egemenliği ve güya uygarlığı da artıyor. Peki, olan bitenler insanlığa saygı ya da sevgi ile örtüşüyorlar mı? Teknolojik gelişme gerçekten konforla örtüşüyor mu? Kentlerde daha iyi koşullarda mı yaşıyoruz? İstanbul’un bir iç mahallesi köyden daha sağlıklı bir ortam mı?

Nerede o eski meyveler

Göze batan bir örnek anımsatayım: 1950-60’lı yıllarda kavun, karpuz, şeftali, üzüm, erik, marul gibi yakın çevrede ya da yakın yörelerde yetişen meyveler taze, iyi olmuş, çok güzel ve lezzetli ürünlerdi. Pazardan, seyyar satıcılardan alırdık. Şimdi lüks alışveriş merkezlerinde o ürünlerin en kötüleri bile bulunmuyor.

Nüfus arttı. Örgütlenme arttı. Ulusal gelir arttı. İstanbul 20 milyon oldu. Ama Karaağaç kavunu, Ankara Armudu, Bursa şeftalisi, Langa marulu yok oldu.

Mahallenin tek bakkalından beyaz peynir alırdım. Yıllarca aynı kalite değişmedi. Bugün süpermarkette yüz çeşit peynir var. İyisini bulmak için yazı tura atıp şansınıza güvenmeniz gerek.

Yaşam kalitesi arttı mı, eksildi mi? Hangi kriterlere göre? Mercedes kriterine göre Bursa şeftalisi mi?

Bu durum nüfus artışına, üretimin akıl almaz gelişmesine ve ekonominin göz boyayan ve bütün sesleri bastıran yaygarasına, reklamına dayanıyor. Kapitalist ekonomi, politika ile ortak olarak, toplumları sömürüyor. Ben iyi peynir istiyorum. Raflarda yüzlerce tanımadığım marka, yaşamıma bir kalite getirmiyor.

Sonuç, bir milyar aç, birkaç milyar fakir, yarısı az gelişmiş bir dünya. Ölen kalan hesabı tutulmuyor.

Deformasyon hastalığı

Bunlar yaşamımızda büyük sapıklıklardır. Türkiye’de ortaçağ tavırlarını davet ediyor, başarı olanağı olmasa da, toplum bilincini bulandırıyor, toplumu çelişkiden çelişkiye sürüklüyorlar. Fakat insanların günlük yaşamlarında bunların çoğunun farkında olmadıklarını, ham armut yemeye alıştıklarını görüyorsunuz. Deformasyon evrensel bir hastalık.

Küresel ısınmanın 100-150 yılda sona erdireceği bir insan neslinin evrimsel bozulmaları olabilir mi? Gerçi modası geçmiş bir entelektüel geleneğin abartmaları da olabilir.

Fakat bir gerçek var: 50 yıl öncesinin dünyasının dünyası bitti. Yaşayanlar insanlığa saygıyı unuttular. Tarihi ölçütlere vurursak göre cahil ve yeteneksiz kuşaklar yetişiyor.

Nasıl düşünmemiz gerek?

Evrimin zaman ölçütleri içinde, insan beyni çok hızlı gelişmiş. İyi ve kötüyü aynı hızla planlıyor. Gerçi, toplum ölçeğinde, insanın olumluya doğru giden bir performansı var. Buna da uygarlık demişiz. Fakat toplumlar arasında eşit dağıtılmamış. Ne var ki bu 20. yüzyılda bile evrensel bunalımına engel olmamış. Yani uygarlık garantili bir kalite değil; kişinin uygarlığı ise bir tesadüf.

Peki, sorunlarımız kişisel mi, toplumsal mı? Ya da ikisinin bileşkesi mi?

Bilim, sanayi, sanat, gelişiyor. Mutluluğun bunlarla ilişkisi yok. En uygar toplumlar en öldürücü silahları üretiyor. Demek uygarlık göreceli, oluşum aşamasında bir kavram! Bir lise mezununa uygar olmak mı istersin, zengin olmak mı istersin?’ diye sorsanız ne yanıt alırsınız?

Başka bir boyuta taşıyalım sorunu. 20 milyonluk İstanbul mu, 4 milyonluk Berlin mi daha uygar? Berlin daha uygar. Daha zengin, bilim, teknoloji, sanat, felsefe ve edebiyatta daha ileri! Biz bilgiyi Batı’dan almıyor muyuz? Aldık mı? Kullandığımız araçlar bizim değil. İçimizde Almanlar kadar bilgili ve zeki olan çok. Suçlu toplum mu? % 90’ı köyde otururken bu toplum Atatürk’ten yana değil miydi? Şimdi %70’i kentte. Daha mı cahil? Karaktersiz bir hamur mu?

Toplumları yönlendiren nedir? Uluslararası yanıltıcı yönlendirme, ‘subterfuge’ olabilir mi? Çağdaş emperyalizm bu olmasın?

%70’i kentler göçmüş, yaygın eğitim sistemi olan bir toplum bütün çağdaş konfor araçlarını kullanırken, ortaçağ düşüncesine nasıl olabilir?

20-21. yüzyıllarda toplumları geliştirmeyen, entelektüel ve ekonomik olan çökerten sadece iç güçler olabilir mi? Bu bir ortaklık, emperyalist bir baskı mıdır? Ya da uluslararası bir plan mı?

Yüz yıl önce ‘Medeniyet, bu tek dişi kalmış canavar!’ diyen Mehmet Akif, ve 'Han-ı yağmayı' anlatan Tevfik Fikret, bu akılsız topluma başına gelen felaketi açıkça ve şiirsel bir dille anlatmışlardı.

Doğan Kuban


Bu yazı HBT'nin 68. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban