Meşrutiyet Aydınları ve Ziya Paşa

Doğan Kuban
Meşrutiyet Aydınları ve Ziya Paşa

Sevgili Okurlar,

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun arkasında, genelde Fransız kökenli hocalar tarafından 18. yy’dan başlayarak yetiştirilen ordu vardır. Batılılaşma hareketi, III. Ahmet ve Nevşehirli İbrahim Paşa döneminde belirgin hale gelen bir eğilimdir. Fakat Bektaşi, Yeniçeri ve Sünni medrese işbirliği, batılılaşmanın erken örgütlenmesine engel olmuştur. Bu hasıraltı terör, Nizam-ı Cedid’in kuruluşundan sonra 3. Selim’i de öldürmüştür.

Osmanlı düşünürleri Tanzimat’tan sonra, Meşrutiyet’in kavga ve tartışma döneminde, çoğu yurtdışına kaçan aydınlar tarafından, hem geçmişin eleştirisini, hem de geleceğin nasıl olması gerektiğini yurtdışında dile getiriyorlardı. Bunların arasında Ziya Paşa, Hürriyet gazetesinin Londra ve Cenevre’deki sayılarında, bizim bugün yapacağımızdan daha iyi ve ayrıntılı olarak medresenin durumunu yazmıştır. Hürriyet gazetesinin Londra’daki sayılarından birinde Osmanlı medreselerinden söz eder.


18. yüzyıldan başlayarak, medrese dışında askeri okullar açılmasına karşın, ilk sivil okullar Tanzimat’tan sonra açılmışlardır. Lale Devri sonunda Batılılaşma eğilimi güçlendikten sonra, medreselerin yapılanması için hiç bir girişimde bulunulmamıştır. Ancak sivil okulların arttığı yeni dönemde hazırlanan bu rapor (1867) Fatih’in kurduğu medreselerden 400 yıl sonra medreselerin öğretim ortamını anlatır. Bu okulların en önemli handikapı öğretimin Arapça olmasıydı. Arapça öğretimin temeli de Kuran ezberletmekti. Temel programı Arapça olan yeni medrese eğitimi, dil nedeniyle Kuran ezberlemenin ikinci nüshası oldu.

Medreselerin geriliği

Londra’da yayınlanan Hürriyet gazetesinin raporuna göre ‘eski öğretim programında öğrenciler 13 yılda doğru dürüst Arapça öğrenemiyorlardı. Bilinmeyen bir dille öğretim yapılmış oluyordu. Fakat yeni programın da eskisinden çok farkı yoktu. (Halebi) hukuku (Bir cilt), mantık (ki temelde akidelerin şerhi), felsefe yerine de kelam ve edebiyat öngörülüyordu. Medrese eğitiminin dini konular üzerine kurulmuş programında, yaz aylarında öğrencilerin konuşma, felsefe, hendese ve başka dini bilgilere ilişkin kitap okumaları öneriliyordu. Bu rapor, medreselerin geriliğini ve ilmiye mesleği mensuplarının dar kafalılığını gösteriyordu.

“On üç seneyi Arapça öğrenmek üzere sarf ettir ve sonunda değil yazmak, beş on kelime Arapça konuşmasını öğrenememek, hele dünyaya ve ahirete yani dine ait tefsir gibi en mühim dersleri ikinci plana ve isteğe bırakmak medrese zihniyetinin ne olduğunu gösterecek vesikalardandır.”

Ziya Paşa on üç yılda Arapça öğretilemeyişini, medrese eğitiminin ne kadar zavallı olduğunu ve II . Abdülhamid’in medreseleri bir kat daha geriye sevk ettiğini belirtir. Ziya Paşa; padişahın, medrese öğretimini düzeltilmesini isteyenleri hıyanet ve cinayetle suçladığını da yazar.

Medreseden yetişen kim var?

O. Ergin “Türkiye Maarif Tarihinde Medreseler hiç kimseyi yetiştirmemiştir” der ve Molla Hüsrev, İbn-i Kemal, Ebussuut, Müstakimzade Cevdet Paşa, Gelenbevi İsmail Efendi gibi beş asırda yetişmiş bir kaç kişinin harcandığını yazar. Bugün, Osmanlı döneminden kalan, belgesel nitelikte de olsa okunabilecek bir kitap yoktur. (*)

Abbasilerin Dar-ül-Hikma’sının benzeri bir çeviri etkinliği, dünya bilim tarihinde Farabi gibi filozoflar, İbn-i Sina (Avicenna) gibi bir filozof ve tıp uzmanı, Harezmi gibi bir matematikçi, Hayyam gibi bir şair ve matematikçiyi, Osmanlı toplumu 500 yılda yetiştirmemiştir.

İbn Batuta gibi bir gezgin coğrafyacı yetiştirmedik. Osmanlı Devletinin haritası bile olmadı. İstanbul’un planını 19. yüzyılda Fransızlar yaptılar. Osmanlı sülalesi, Türklüğünü de yitirerek, Hristiyan esir kadınlardan oluşan kadrosu ile “oturur göçer” olmuştur. Osmanlı’nın göçerden farkı, askeri akınların boyutudur.

Osmanlı uygarlığı Bizans teknolojisi ve zanaatkarlığı, İslam’ın Arapça ifade edilen akideleri, Cahillik, Türklüğü dışlamak (Etrak-ı bi-idrak) tutumudur.

Bu politika ile Osmanlı çağının sonuna kadar gelinmiştir. Fakat matbaa yokluğu, bilim ve matematik yokluğu, Arapça öğrenmek yolunda harcanan gençlik, Osmanlı kültürü olmuştur.

Bu bağlamda şunu da anımsamak gerekir. Günümüzde İslam bilimi tarihi, edebiyat tarihi yazan Arap yazarlar, Osmanlı kültüründen söz etmezler. Çünkü onlar için, bizde de olduğu gibi, dil birleştiren ve bağlayandır.

Arapça hastalığı engelledi

Arapça hastalığı, Osmanlı kültürünün gelişmesini engellemiştir. Konuların tümü, Arapça öğrenimi ve din bilgisi üzerine idi. Arapçanın mantığı ve dini akideler öğretiliyordu. Kelam güya felsefe olarak, okutuluyordu. Osmanlı döneminin bugüne bıraktığı ve dünya literatüründe yeri olan tek bir yapıt yoktur.

Bu boşluğu doldurmak, çağdaş dünyada Türk ve İslam’a bağlı tarihi verileri övmeden, kendimizi tanımak için, yeniden değerlendirmek gerekir.

Biz, Osmanlı tarihini çağdaş bir tarafsızlıkla, fakat Türkçe konuşan, dünyanın ilk laik cumhuriyetini kurmuş bir İslam toplumu olarak yeniden değerlendirmek zorundayız. Bunun politik olarak tartışılacak bir boyutu geleceğin dünyasında yoktur. Bunu bir iç kavga tohumu olarak kullanan, bizim gibi ülkeleri sömürme peşinde olan Batılı emperyalistlerdir.

Osmanlı devletinin öngörü içeren tek kararı, ordunun erken başlayan Avrupai eğitimi ve bu eğitimin Kurtuluş Savaşı ile vatanı kurtarması ve ülkeye sunduğu dâhi generaldir. İslam dünyası tümüyle sömürge iken Türkiye laik bir cumhuriyetti.

Seçim tartışmalarına gelince

Sevgili Okurlar,

Bu konular şimdiye kadar yanıtları aydınlanan yakın tarih sorunlarıdır. Bunların seçim ortamında tartışılması anlamsızdır. Çünkü bugünkü varlığımızı o olaylara borçluyuz. Tarihi geriye çevirip eski istasyonlara dönmek olanaksızdır. Bugün nasıl kağnı ile silah taşımıyorsak medreseli Osmanlılara da dönemeyiz.

Seçim tartışmaları diğer adayları tartışmaya dönüştüğü zaman, o seçimin ne için olduğuna halk karar veremez. O zaman cahiller için de seçim, adaylar arasında bir zar atmaya dönüşür. Daha da kötüsü, halkın kendi tuttuğu adayın dışındaki adayları karalamasına ve parti taraftarları arasındaki nefrete dönüşebilir. Seçim bir kin yaratma, yani toplumu parçalama aracı gibi çalışır. Fakir, ekonomik gelişmesini, eğitim ve öğretimini tamamlamamış bir toplumun böyle bölünmesi, hiçbir amaca ulaşılmasına olanak vermez.

1950 ile 2018 arasındaki 68 yılda Türkiye, uluslararası kaynaklara göre, adam başına ulusal geliri ancak 8500 dolara ulaşmış ülkedir. Dış borcu ise 500 milyar doları buluyor. 1950’de 20 milyon olan nüfusu, bugün 80 milyondur. Toplum Türkiye’nin sorunlarını anlamadıkça ülkenin yuvarlanışı sürecektir.

Temel sorunlar:

• Sanayileşmeyi bütün teknoloji alanlarında tamamlamak;

• Yüksek Teknik öğretimi, öğretim sisteminin öncelikli konusu olarak örgütlemek;

• Dış borçları azaltmayı, devlet politikasının en öncelikli sorunu yapmak;

• İstanbul nüfusunu düşürecek tarımsal örgütlenmeyi sağlamak; Seçimin tartışma alanı adaylar değil, bu sorunlar olmalıydı.

Doğan Kuban

(*) Kişisel olarak bizim gibi ilk Cumhuriyet kuşaklarının, şiir dışında, Osmanlı döneminden okudukları Evliya Çelebi ve Katip Çelebi dışında okuyabildiğimiz bir Osmanlı Çağı yapıtı da yoktu. Bir Osmanlı filozofunu, matematikçisini kimse tanımıyor.

Bu yazı HBT'nin 120. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban