Mevlana ve para

Doğan Kuban
Mevlana ve para

Türkiye tarihinin en büyük velisi ve tasavvuf tarihinin en ünlü tarikati olan Mevleviliği kuran ve çağdaş Batı dünyasının da günümüzde büyük önem verdiği Mevlevi tarikatı kurucusu, bizim halkın Mevlana diye bildiği Celaleddin, babası şeyh Bahaeddin Veled’le birlikte, yaşadıkları Belh kentinden, bir olasılıkla Mengücek Beyi Behram Şah’ın ülkesine çağrılmıştı. Belki de Anadolu’ya sığınmışlardı. Aile Erzincan’da iki yıl yaşamış, Bahaeddin Veled’e de bir tekke yapılmıştı. (O zaman Araplar Anadolu’ya, Roma Beldesi Bilad-ı Rum diyorlardı.) Mevlana Celaleddin’e de, o zaman adet olduğu üzere, Rumi dendi.

Mevlana Celaleddin, 1207’de Belh’in (Şimdi Afganistan) bir köyünde doğmuş bir İranlı idi. Bütün önemli yapıtları Farsça’dır. Türkçe çevirileri de vardır. Birkaç küçük Türkçe şiiri de vardır. Mesnevisi dünya klasikleri arasında sayılır. Pek çok çevirisi ve baskısı var.

‘Farsça’nın Kuran’ı’ denen ve sufi edebiyatının en büyük şiiri kabul edilen Mesnevi, Mevlana’nın sufi doktrinini temsil eden en gelişmiş yapıtıdır. Babası Bahaeddin Veled de sufi düşüncesini yayan tanınmış bir sufi olarak, Moğolların Belh’i ele geçirmelerinden önce Anadolu’ya kaçmıştı.


Mesnevi, Mevlana’nın Konya’da 1273’deki ölümünden kısa bir süre önce bitmişti. Başka bir deyişle Mevlana’nın dünya hakkındaki en son görüşlerini içerir. Tarikat, onun ölümünden sonra Konya’da kurulmuştur. Mevlana Konya’nın sadece Müslümanlarının değil, Hıristiyan ve Yahudilerin de manevi lideri idi. 20. yüzyılın sonunda yoğun bir şekilde Birleşik Amerika’da da okunan evrensel mistisizm akımının temsilcilerinden biridir.

“Zincirlerini çöz oğlum..”

Bu yazıyı Mevlana’yı tanıtmak amacıyla değil, Mesnevi’nin başında ‘para’ ile ilgili bir düşüncesini anımsatmak için yazıyorum. Günümüz Konya’sı Mevlana için her yıl büyük bir tören düzenleyen ünlü Mevlana kentidir. Mevlana’nın türbesi oradadır. Türkler, tümü olmasa da, Mevlevi dervişlerini ve onların semalarını az çok işitmişlerdir. Ney çaldıklarını da bilirler. Mevlana’yı ise okumazlar. Okusalar da anlayacakları çok kuşkuludur. Genç kuşakların okuma listelerinde kuşkusuz Mevlana olduğunu işitmedim.

Mesnevi’nin birinci kitabı, bilinen Türkçe çevirisinde “Dinle Ney’den kim hikâyet etme de, ayrılıklardan şikâyet etmede” diye başlar.

Geçenlerde İranlı Cavid Müceddidi’nin yaptığı bir yeni çeviriyi okurken 20. mısrada şunu okudum: “Zincirlerini çöz, oğlum, kendini onlardan kurtar! Ne kadar zaman Altın’ın esiri olarak kalacaksın? Denizin içinde bir Kase’nin içine yerleşmişin: Bir günlük küçük bir sığınak:

Aç gözlü asla doymaz. Deniz kabuğu da eğer içinde inci olursa değerlidir.”

Bunlar Ortaçağ imgeleri ve şiir dili. İlginç olan, Mevlana’nın daha yapıtının başında, insanlara eğer onun tavsiye ettiği yolda bir kişilikleri olacaksa, önce ‘para’nın köleliğinden kurtulmalarını’ tavsiye ederek kitabına başlamasıdır. Allah’a ulaşmak için Mevlevi dervişlerin o zaman adet olan giysilerini parça parça ettiklerini de anımsatır.

Konyalılar ne düşünüyor Mevlana’yı anarken?

Çağdaş Konyalılar yılda bir kez Mevlana’yı anarken, kelli felli giysileri ve rugan ayakkabıları ile törene katıldıkları zaman, acaba Allah’a ulaşmaya mı çalışıyorlar, yoksa para köleleri mi? Mesnevi’nin başını okuyorlar mı? Kuşkusuz okumuyorlar. Çünkü Konya’da Mevlana öğretisini uygulayan bir toplum yok.

Türkiye’nin kültür sorunu burada başlıyor:

Toplumun sözünü ettiği tarihi olgularla yaşamı arasında bir ilişki yok! Tören bir Mevlana gösterisi değil. Mevlana adı altında, turistik ‘Whirling Darvishes’ gösterisi.

Çağdaş Konyalı Mevlana’nın insanlara tavsiye ettiği davranışlara uygun yaşamıyor. Bu gözlemi Konyalıları suçlamak üzere yazmadım. Bütün insanların Mamnon’un kölesi olduğu bu dünyada, Konya’nın bir ayrıcalığı yok. Vurgulamak istediğim daha çok, törenlerle her yıl geçmişi göklere çıkaranların geçmişten haberleri olmamasıdır. Özü sözü bir olan er adam dünyada kalmadı. Her şey lafa indirgendi.

Ne var ki söz ve iş arasındaki eşdeşlik, ahlakın temel ilkesidir. Bunu bütün filozof ve düşünürlerde okursunuz. Bugün iki yüzlü bir dünyada yaşıyoruz. Bu toplumlara çok ağıra mal oluyor. Hiç olmazsa bunun farkında olsak da çocuklarımıza daha ahlaklı bir dünya bıraksak diye hayal kuruyorum.

Timsah ile insanın farkı

Sevgili okuyucular,

Bir yalan dünyasında insanların aldatıldığını görmek, eski deyimiyle, kahredici bir olgudur. Fakat insanın aklı olduğu ve toplumsal yaşam olanak vermediği için güçlüler zayıfları bir ırmağı yüzerek karşıya geçmeye çalışan antilop yavrusunu ayağından çekerek suyun içine çeken ve orada yiyen timsah gibi davranıyorlar. Bir ayağını yakalayıp suyun içine çektikleri yavru acı acı bağırır. Yardımına gelen bir ana yoktur. O karşı sahile geçmiştir. Çaresizdir. Doğadaki en acılı hikâyeler yırtıcıların genç yavruları yakalayıp parçalamalarıdır.

İnsanlar uygar oldukları için, timsahlar gibi öteki insanları yemezler. Öldürürler ya da sömürmeye devam ederler. Cinayetleri bir yana bırakırsanız, zaman içinde sömürmek bir insanlık gösterisidir. Sömürenler de suyun içindeki timsah gibi varlıklarını göstermezler. Hatta timsahlara göre çok akıllı oldukları için sömürdükleri zavallıların onları alkışladığı da olur.

Fakat sonuç aynıdır. Timsah avını parçalayıp hemen yer.

İnsanoğlu uygarlık maskesi takarak, sömürdüğü avının kanını içmeyi onu canlı tutarak, sürdürür. Ne de olsa insanız. Homo sapiens belki işe vahşi hayvan gibi başladı. İnsanlık gelişince birbirlerinden aslan, timsah, ve antilop, geyik kadar farklı olmadıklarından kendilerini savundular.

Savaşlar, silahlar icat ettiler. Sonra esareti keşfettiler. Sonra devletler kurdular. esirler için yasalar çıkardılar. İnsanın insana esir olma statüsü bile kalktı. Fakat elinde silah olanın kendinden güçsüz olanı vahşi hayvan gibi öldürmesi yaygınlaştı. Günümüzde de moda.

Ekonomik sömürünün icadı

Silahı çok olanlar, bunun yanı sıra çok uygar bir yöntem daha geliştirdiler. Ekonomik sömürü, büyük bilim adamlarının ve filozofların yetişmesine bile olanak verdi. Küresel sömürü sistemleri, fakirin kanını yavaş yavaş çekmenin parasal yöntemlerini, uygarlığın simgesi olarak geliştirdiler.

Bugün dünyanın bu alanda yetişmiş uygar uzmanları var. Fakat insanlar timsahlar gibi öldürmekten de vazgeçmediler. Bankalar ve uluslararası finans kurumları ile silahlı ordular, geniş ve bilimsel bir koordinasyon içinde, insanın hayvana göre ne kadar üstün ve uygar (?) olduğunu sergiliyorlar. Onun için karnı doymayan bir milyar insan var.

Hayvanların aklı olmadığı için insan kadar kurnaz, yalancı, iki yüzlü olamıyorlar. Fakat hayvanın gözleri daha iyi görüyor, kulakları daha iyi işitiyor, daha iyi koku alıyor. Düşmanlarını daha kolay algılıyor. Düşmanı saptamakta hata yapmıyor.

İnsan ise kendi kanını emeni ayırt edemiyor. Onunla dost olup kendisini yavaş yavaş yok etmesine yardımcı oluyor. Şimdi hayvan mı daha gelişmiş, insan mı?

Uygarlık tanımını yeniden yapmalı!

Doğan Kuban


Bu yazı HBT'nin 59. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban