Mitos’un doğuşu ve insanlığın gelişmesi: Yokoluşa doğru mu?

Doğan Kuban
Mitos’un doğuşu ve insanlığın gelişmesi: Yokoluşa doğru mu?

İnsanlığın gelişmesi iki yolda olmuştur: İnanç-Din; Doğa bilgisi-Toplum bilinci.. İlk aşamada dünyayı şaşkınlıkla ve her şeyden korkarak izleyen insanlar çevrelerinde gördükleri ve açıklayamadıkları bütün olguları, daha o zamandan insan aklı için karakteristik olan neden-sonuç mantığı içinde açıklamak gerekliliğini hissedederek, bir nedene bağlamışlardır. Bu nedenler, mitos’un doğuşudur.

Yer kürenin her köşesinde izole toplumların geliştirdiği mitoslar dünya edebiyatının etkileyici bir hazinesini oluştururlar. İlginç olan bu ilkel öykülerin çağdaş izleyicilerinin de olmasıdır. Bu olgunun kanıtladığı bir bilimsel gerçek var: İnsanoğlu uygarlık dediğimiz bilinçlenme evriminin bu aşamasında bile bir ilkel yaratık olarak dünyaya geliyor, hatta öyle bir yaşam sürdürebiliyor.

Kuşkusuz insan ve toplum yaşamının değişik coğrafi, toplumsal izolasyonlar içeren koşullarında, çağdaş yaşamın birçok açılımlarına ve bilgilerine ulaşamıyor. Bu engelleri aşamayan toplum kültürlerinin, çağdaş bilgiye ve yaşam standartlarına ulaşamadıkları zaman az gelişmiş, cahil ve genelde fakir oluyorlar. Bunun temeli olasılıkla günümüze kadar dayanan ilkel insan davranışlarıdır. Toplumsal cehaletin nedeni buradan başlıyor.


İlkel kalıntı yok edilemiyor

Temel öğretimin amacı bu ilkel kalıntıyı ortadan kaldırmaktır. Fakat bunun insanın fizyolojik yapısına bağlı bir özellik olduğunu dünya toplumlarının bugünkü durumlarına bakarak öğreniyoruz. Böylece ilkel insanla en uygar insan, en gelişmiş toplumlarda bile yan yana yaşıyor. Başka bir anlatımla, kentlerin sokaklarında binlerce yıl geride kalmış gelişme aşamalarında kalmış insanlar yan yana dolaşıyor, toplum yaşamına katılıyorlar.

Uygarlaşan toplum katlarının, ‘insan’ kavramına özel bir saygınlık kazandırarak, bu çeşitli insan türlerini hepsi aynı düzeyde haklara sahip olarak görmesi, övülecek bir gelişme olarak görülse de, ilkel aşamalardan gelenler hem uygarlık için, hem uygar insanlar için, zaman zaman tehlike oluşturuyorlar.

Bu bilimsel bir gözlemdir. Sadece kişi bağlamında değil, toplumlar bağlamında da ilkel, cahil, geri kalmış toplumların varlığı bundan kaynaklanıyor. Bu toplumlar ve ülkeler arasında sınıflaşmalar yaratıyor. Bazı toplumların diğerlerine göre geri kalmış olması coğrafi ve tarihi koşulların yarattığı, yaratık olarak insana özgü olmayan nedenlere bağlıdır. Bu, tarzanın Afrika’nin vahşi kabilelerinden biri içinde ya da New York’ta doğması ve yetişmesinin farkını herkesin filmlerden öğrendiği bir gerçektir.

İnanç ve din aşamasını izleyen ve çağdaş dünyayı yaratan ikinci aşama doğa üzerinde insanın bilgilenmeye dayalı egemenliğidir. Bu gözlem ve deneye bağlı bilgilenmeye paralel olarak, hayvanlar gibi sürüler halinde, birlikte yaşayan insanlar, aklın ve bilginin verdiği olanaklarla toplumsal olarak örgütlenmeğe başlıyorlar.

Bu örgütlenme olasılıkla coğrafi nedenlerle, insanlık tarihinde iki toplum türünün paralel gelişmesine neden oluyor: Göçerler ve yerleşikler. Uygarlık denilen gelişmiş toplum düzeni sadece yerleşmiş toplumların ürünüdür. Türkler ve Moğollar eski göçer toplumları ve özgün dilleri var. Fakat dünya kültürüne Çinliler, İndus kıyılarında gelişen Mohencodaro gibi kentleri yapanlar, Akameneşler, Partlar gibi İran ve Orta Asya’nın yerleşmiş toplumları kentleri, mimarileri, heykelleri yazıları ile katkıda bulunan toplumlar yaratıyorlar. Yerleşik toplum olmadan göçerin dünya kültürüne katkısı önemsiz. Çünkü vakti yok.

Yerleşik toplumların topraklarını, kentlerini, işgal ettikleri zaman bütün işlerini, savaş dışında, onlara yaptırıyorlar. Yerleşik toplumların bütün ürünlerine, sanatlarına, yazılarına ortak oluyorlar. Çünkü her şeyi onlara yaptırıyorlar. Selçuklular İranlılara, Osmanlılar Bizanslılara yaptırdılar. Abbasi halifeleri zamanında büyük gelişme gösteren İslam felsefesi ve bilimi, Osmanlı Devleti Batı İslam dünyasına egemen olduktan sonra, bir tane filozof ve bilim insanı yetiştirmedi.

Bizanslı’dan İslam âlimi yetişmiyordu. Osmanlı’nın 700 yıllık uzun tarihi boyunca ne dünya kültürüne, ne İslam kültür tarihine önemli bir katkısı yoktur. Hatta dini yapıt açısından da İranlı ve Araptan esinlenmeyen önemli bir dini yapıt yoktur. Bunun için Osmanlı medreselerinde okutulan kitapların listesine bakmak yetişir.

Varlığımızı korumak

Bugün Türk toplumu artık yabancı toprakların fatihi olacak güçte değil. Kendi varlığını sadece maddi olarak koruması da günümüzde tartışılan bir konu. Fakat insanlık tarihinin üçüncü aşamasında, dünyayı başka toplumlarla ortak olarak kullanmak zorundayız. Artık her ülkenin Yer kürenin bütünleşmiş coğrafyasında, ortak bir geleceği var.

Bunun için gelişmiş toplumlarla en azından bilim ve sanayi alanında eşitleşerek, dünya yüzündeki insan yaşamının uzamasına katkıda bulunmak zorundayız. Bunu yapamazsak, onlar bizi kendi yaşamlarını uzatmak için kullanacaklar. Bunun açık örneği Trump’ın gidip Suudi Arabistana, öteki Müslümanları yok etsin diye para vermesi. Suudiler Hristiyan ya da Yahudilerle mi savaşacak?

Fakat toplumlar arasında henüz bir bütünlük yok. Şimdilik Müslümanlarla birlikte, sömürülenler kategorisindeyiz. Günümüzde bu kararın verileceği aşamaya geldik.

Ya küresel ısınma insanları yok edecek, ya da şimdiki aptal sistemi değiştireceğiz. İşaretler yok olmadan yana. Çünkü toplumların uygarlığı kendilerini kurtaracak kadar yoğunlaşmadı. Çevrenizdeki insanın yaşamını tehdit eden her şey geleceğin habercisidir. Dindar insan kıyamet gününü bekler. Kimileri dünya üzerinde yaşamın fiziksel sonunu küresel ısınmanın sonucuna bağlarlar. İnsanların sıcak, susuzluk ve oksijen yokluğundan nasıl yok olacaklarını düşünür, hatta sayısız senaryolar da yazabilirler

Bu kıyamet ve cehennem efsanelerine benzer. Ben de rüyamda bu sonları sergileyen sahneler gördüm. Toplumlar en sıcak iklimlerden başlayarak kuruyup yok oluyorlardı. Kıyameti yaşadım. Bu yazdıklarım da onu yansıtıyor.

Bilimsel olasılık: Silinebiliriz

Sevgili okuyucular, bu hayal değil bilimsel bir olasılık, ısınma devam ediyor, sıcaklık artıyor. Hawkins ‘100 yıllık yaşam kaldı’ diyordu. Dünyanın nüfus artıp kentlere doluyor, bir şişe su fiyatı iki kat oluyor. Gökdelenler yapılması devam ediyor, insanların aptal olduğunu ve para için her şey yaptığını biliyoruz ama, birkaç kuşak sonra dünyadan silinmeleri bağlamında suskunlar.

Bu sanayileşme ile aptallığın eşit oranda büyüdüğünü gösteriyor.

Susuzluktan yok olma senaryoları atmosferik ısının yükselmesi sonucu öldürücü bir kuraklığı haber veriyor. Tarımı yok ediyor. Dünya nüfusu artıyor, kaynakları azalıyor.

Evrenden başka yaratıklar gelip dünya arkeolojisi üzerinde çalıştıkları zaman eski kaya resimleri gibi ressamların tablolarını annelerimiz, babalarımızın, krallarımızın, askerlerin, bilim insanlarının resimlerini belki kitaplarını bulacaklar. Görkemli bir insanlık tarihi yazacaklar. Fakat bu susuzluktan ölen ve kuruyanların acıklı sonunu değiştirmeyecek!

Paul Valery’nin Güney Fransa’da Akdeniz kıyısındaki mezarlık için yazdığı olağanüstü güzel bir şiir vardır. (Le Cimetiere Marin). Akdeniz kıyısında toprağa konmuş, yaşam enerjileri çiçeklere geçmiş insanlardan söz eder. Ne var ki insan neslinin sonunu getirecek sıcaklık ve susuzluk ağaçlara ve çiçeklere de olanak tanımayacak.

Doğan Kuban

Doğan Kuban'ın anısına saygıyla. Bu yazı HBT'nin 149. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban