Osmanlı ve Avrupa’nın kültürel kimlikleri

Doğan Kuban
Osmanlı ve Avrupa’nın kültürel kimlikleri

Avrupa çağdaş kültürün ilk ocağı olarak bütün dünya için evrensel bir uygarlık referansıdır. Roma İmparatorluğu ile Katolik kilisesinin varlıklarının örtüşmesinden doğan Avrupa kültürü, Ortaçağdan başlayarak kendine özgü bir kimlik tanımlar ve bir coğrafya belirler.

İlk aşamada Avrupa, birbirleriyle sürekli savaş halindeki devletlerin toplumlarını birleştiren, Roma kilisesinin temsil ettiği katolik mezhebi sınırlarıdır. Bu ilk çekirdekte Roma geleneğinin dili Latince, hümanizma ise Grek ve Latin edebiyatı ve felsefesi üzerine kurulan ortak kültür, Avrupa kimliğini tanımlayan güçlendirici bir bileşen olmuştur. Protestanlık da Avrupa uygarlığının gelişmesinde, toplumsal yapıda kutuplar yaratarak, bilimsel düşüncenin ve kişi özgürlüğünün gelişmesinde olumlu bir rol oynamıştır.

Rönesans ve Reform çağında kilisenin ikiye ayrılması antikite etkisini azaltmadı. Avrupa’yı antik kültürün tek mirasçısı yapan gelişme, kimsenin yadsımadığı evrensel bir gerçektir. Bugün çağdaş olmak, Avrupalı gibi olmaktır. Gerçi görünüşte her toplum Amerikan modeline uymaya çalışıyor. Fakat bu olgu Avrupa’nın Rönesans’tan sonraki kültürel liderliğini pek değiştirmiyor.


Osmanlı ve göçer kültürü

Osmanlı İmparatorluğunun kültürel statüsü ise, Osmanlı kültürünü Avrupa ile karşılaştırınca ortaya çıkar.

Göçer Türklerin İslam dünyasına egemen olmaya başladıkları çağda, İslam doktrini göçer toplumlara, Hristiyanlarda olduğu gibi, yalın olarak sunulmuştu. İslam dünyası Orta Asya’dan İspanya’ya uzanan bir coğrafyada, Antik kültürü, kendi yorum sınırları içinde sürdürmüş olsa bile, bu yeni Müslüman olan göçerlere merkezi bir din kanalı ile ulaşamazdı.

Kaldı ki göçer ya da yerleşik okumamış halklar, din adamlarının kullandığı Arapçayı bilmiyorlardı. Kilise Latinceyi birleştirici bir araç olarak, hiç olmazsa rahipler arasında yaygınlaştırdı. Kuzey Afrika dışında, Arapça; Türkleri, İranlıları, Afganlıları ve Hintlileri birleştirmedi. Sadece din adamları arasında ortak bir okuma dili oldu.

Beytül-Hikmet çevresinde yetişen, ve ağırlıklı olarak, İbn-i Sina, Farabi, Harezmi, El Hazen gibi İranlıların temsil ettikleri Arapça ile oluşan bir erken aydınlanma da, Avrupa Rönesans kültüründe etkili olmuştur. Bu, antik düşüncenin İslam öğretisi ışığında yorumuydu, fakat hümanizma boyutu vurgulanmamıştı.

Felsefe ve bilim karşıtlığı

Abbasi hilafeti dönemindeki aydınlanma, Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular gibi, Türklerin ve Moğolların İslam dünyasındaki egemenliğinden sonra etkinliğini yitirdi. Gazali, felsefe karşıtı Tehafütü Felasife (Filozofların Tutarsızlığı) yapıtı ile, felsefe ve bilim karşıtı tepkinin İslam’da gelişmesinin başlangıcına işaret eder. Batı Türklerinin egemen oldukları coğrafyada ise felsefe yerine tasavvuf geldi. Bilim donduruldu. Anadolu’da, ne Selçuklu ve Beylikler, ne de Osmanlı döneminde uluslararası bir düşünür ve bilim insanı yetişmedi. Osmanlı kültür tarihi, dini pratik dışında İslam kültür tarihinin bir devamı da olamamıştır. Din alanında da İslam kültür tarihine geçen bir Osmanlı adı yoktur.

Osmanlı imparatorluğu Avrupa’ya karşı 19. yüzyıl sonuna kadar Yakındoğu İslamının kalkanı olmuş, fakat buna rağmen kültür yapılanması Bağdat’tan da az olmuştur. Bu dönem, İslam tarihinin karanlık dönemidir. Başka bir deyişle Osmanlı devletinin tarihi ve coğrafi konumu ve gücü ile İslam kültürüne katkısı, karşıt kutuplardadır.

Fatih döneminden sonra (15. yy sonu) hümanizmanın Avrupa’ya kazandırdığı entelektüel derinlik ve bilimsel bilgi, Osmanlı tarafından dışlanmıştı. Dini dogma, Allaha kesin inanç ve Kuran’ın üstünkörü yorumu dışında pratik yaşamda, peygamberin hadislerini esas alan Şeriat yorumları üzerine kurulmuştu.

Cahil toplumlar oluştu

Bu tutumun sonucu, bugün İslam dünyası cahil toplumlarıdır. Bunu Osmanlı medresesinin ürettiği yapıtlarla kanıtlamak kolaydır. Kaldı ki medreseden başka okulu olmayan Osmanlı ülkelerinde, medrese derslerinde okunan kitapların çoğunluğunun yazarları Osmanlı tebaasından değildir. 16. yüzyılda yazılan, Taşköprülü’nün Şakayık-ı Numaniye’sinde, Osmanlı Medrese eğitiminin yetiştirdiği ünlü mollaların biyografilerini yayınlar. Kimisinin Arapça bir risalesini öğrenirsiniz, çoğu haşiyeler yazmışlardır. Derkenar’la yetinen de vardır. Fakat hepsinin maaşlarında kaçıncı dereceye terfi ettiğini öğrenirsiniz.

Bu geçmişin sonuçlarını günümüzde de yaşadığımız için, İstanbul’un fethinden sonra toplumu bugüne getiren gerici mekanizmanın nasıl çalıştığını ayrıntılı olarak irdelemek zorundayız. Türkiye, bunu Cumhuriyet döneminde yapamazdı, Kurtuluş Savaşı’nın amacı önce ülkeyi işgalden kurtarmak, sonra çağdaş dünyaya ortak yapmaktı. Bu, o çağda Anadolu’da bir ulus yaşadığını göstererek, heterojen öğelerden kurulu bir imparatorluğun insansal varlığına, ülkenin dünyadaki imgesine ve egemen dile dayanarak, bir kimlik kazandırmayı gerektiriyordu.

Kimlik tanımlama

Bu zor bir sorun olmadı. Bir ulus devlet hemen oluştu. Anadolu’nun etnik kökeninden değil, uzun ortak tarihinden kaynaklanan bir bütünlüğü ve dili vardı. O sırada hükümetlerin görevi eleştiri değil, Kurtuluş Savaşından zaferle çıkan halkın, Sultanların 600 yıllık kölelerinin kimliğini tanımlamaktı. Bu kimliği ağırlıklı olarak dilde ve göçer döneminde bulduk. Bunların varlığı ve Kurtuluş Savaşı başarısı, sonuç olarak özgürlükten yana olanlara kazandırdı. Başlangıçta çekilen zorluklar Cumhuriyet tartışmalarında yoğundur. Geniş bir aydın grubu bağımsız bir devletin yaşayacağına inanmıyor, Amerikan mandası istiyorlardı. Bu tartışmayı Cumhuriyet hükümeti, cumhuriyetin ilanı ile sonlandırdı.

Atatürk öldükten sonra bir yıl geçmeden 2. Dünya Savaşı başladı. Ülkenin büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğu bir dönemde, Cumhuriyetin kurduğu çağdaş kurumlara karşı direnç başladı. Direnmenin ilk hedefi Köy Enstitüleri’dir. Stalin Rusya’sının komünist rejimi, bu iç tartışma için iyi bir fitil ödevi görmüştür. Ne var ki Komünist Rusya, Batıyla ortak olarak savaşı bitirmiş ve Türkiye’yi yeni Rus isteklerinden kurtarmak için hükümet, Nato üyeliği karşısında Kore’ye asker göndermek zorunda kalmıştır. Bu ve benzer olgular gelişmekte olan her ülkenin dıştan idare edilen mekanizmalara bağlı olduğunu gösteren bir olgudur.

Rusya karşıtlığı ve Türkiye

Komünist dünya ile savaş 20. yüzyıl kapitalizminin bütün dünya yüzünde sürdürdüğü en önemli mücadele olarak, Türkiye’de de yapısal dengesizliklere neden olmuştur. Ülkenin eğitimle ilgili her alanında, öğretim özgürlüğünü etkilemiş, Avrupa ve Amerikan aydınlarının düşünsel, fiziki ve eylem olarak da katıldıkları mücadeleler Türkiye’de yasaklanmış, bunun sonucu olarak 1970’li yıllarda insanlar sokağa inmişti.

1980’de gelen askeri rejimin en şiddetli tepkisi öğretim sistemi üzerinde olmuş, o zaman başlayan sözde komünizm karşıtı tedbirler, zamanla, Cumhuriyet ve özgürlük karşıtlığına dönüşmüştür. Bazı bilinçsiz çabalar Osmanlı cehaletini bir tür genetik eksiklik olarak yaşatmak ödevi görmektedir. Günümüzde toplumun içine düştüğü çözümsüzlük korkusu, toplumu ve kişilerin dengesiz yorumları, uluslararası kapitalizmin dürtüleri ve bunların ulusal bilinç düzeyinde yorumları ya da yorumsuzluğu, Osmanlı cehaletinin ülke bütününde devamı olarak görülebilir. Unutmayalım; istatistiklerde dünyanın en çok televizyon seyreden, en az kitap ve gazete okuyan toplumuyuz.

Doğan Kuban

Bu yazı HBT'nin 118. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban