Paganizm vurgusuz Rönesans

Doğan Kuban
Paganizm vurgusuz Rönesans

Sevgili Okurlar, Osmanlı dönemi, Avrupa’nın Rönesans aşaması gibi yeniden aydınlanma niteliğinde bir süreçten geçmediği için, cehalet diplomasını Osman Bey’den miras alan sultan ailesi idaresinde, 20. yüzyıla kadar cehaletini sürdürdü. Bereket versin, ordunun yetişmesine verilmesi gereken önem, Kumbarahane’nin kurulması ile başlayarak, Harbiye’nin kurulmasına kadar devam etti. Ordu, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı zaferleriyle Anadolu’yu sömürge olmaktan kurtardı. Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) I. Dünya Savaşı’nın en başarılı reformunu yapan liderdir.

Cumhuriyet’e kadar Avrupa’nın Rönesans ve Aydınlanma süreçlerine sırt çevirmiş olmamız, kültür açısından Avrupa’nın çok altında kalmamızla sonuçlandı. Bu geri kalmanın içinde resim, heykel, musiki, felsefe ve bütün bilim dalları var. Osmanlı kültürü hiçbir alanda varlığını kanıtlayamadı. Ordu reformu, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı başarıları ile Türkiye’yi İslam dünyası gibi sömürge olarak yaşamaktan kurtardı. Türkiye bugünkü varlığını Cumhuriyet’e borçludur. Türkiye’yi bugüne getiren laik Cumhuriyet’tir. Otomobil, televizyon, vb. değildir.

İslam kültürünün bugünkü toplumsal, eğitimsel, ekonomik geri kalmışlığının nedeni, İslam aydınlanmasını engelleyen tasavvuf akımıdır. Başlangıcı da İmam Gazzali’nin “Tehâfütü’l-Felâsife” adlı kitabıdır. Abbasiler döneminde gerçekleşmeye başlayan ve Batı tarihçilerinin İslam veya Arap Rönesans’ı dedikleri, Pagan kültüre yaslanma sayılabilecek gelişme kesildi.


Türkiye, 1946’da da dünya politikası anahtarlarını ABD’ye teslim edince, dünya egemenliği programına komünizmi yıkmak ana teması yanında, İslam dünyasını dikensiz gül bahçesi yapmak düşüncesi de yapıştırıldı. Müslümanlar birbirlerini boğazlıyorlar.

Fakat bu süreçte kapitalizmin müşterisi olma görevlerini de yüklendi ülke. Batı demokrasilerinden alınan televizyon, fotoğraf, musiki, ulaşım ve iletişim araçları ve silahlarının birden yok olduğunu düşünün; Anadolu, Cumhuriyet’ten önceki çölüne geri döner.

İslam Rönesansı’nın sonu

Bağdat’ta açılan Beyt’ül Hikmet (o günlerin bilimsel faaliyet gösteren hikmet – bilim evi) Yunan ve Roma’nın başlıca filozofları, yazarları ve bilim insanları olmak üzere, 900’den fazla klasik yapıtı Arapça’ya çevirdi ve o çaba İslam Rönesansı’nı teşvik etti. Ama İslam Rönesansı’nın mutasavvıflar tarafından beşiğinde boğulması, İslam kültürünün dünyadan silinmesiyle sonuçlandı. Gazzali’nin “Tehâfütü’l-Felâsife” adlı yapıtı buna neden olarak gösterilse de, antik sanata, düşünceye ve felsefeye karşı çıkış, Hristiyanlık ile savaşın bir gösterisiydi.

Oysa Rönesans olgusu, kilise ile toplum arasında yeni bir anlayış, yeni bir denge kurmuştu ve kilise bilimsel düşüncenin önüne çıkmaktan vazgeçmişti. Sanat ise zaten kilisenin her boyutu ile kullandığı propaganda aracıdır.

Geri kalmışlığın temeli

Bugün İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı’nın içine düştüğü cehalet politikası, Türkiye’nin geri kalmışlığının temelidir. Gazzali’nin tartışması, bilim, felsefe, sanat yolunu tıkayan bir araç olarak medrese tarafından kullanıldı.

Cehalet, sadece okulda öğrenilen bilgilerle aşılmıyor. İlkokulu, hatta üniversiteyi bitirdiğimiz zaman da her şeyin cahiliyiz. Kuşkusuz okullar arasında bir derecelenme var. Ne var ki üniversiteyi bitiren bir öğrenci bile toplumu uygar boyutlarıyla temsil etmiyor.

Rönesans ve Aydınlanma döneminin insan bağlamında tanımladığı “evren” ve “evrim”, toplumsal yapıyı yeniden şekillendiriyor. Kişileri de bağımsız ve düşüncede özgür kimlikler olarak gören bir aşamaya ulaştırıyor.

Rönesans’tan bu yana uygarlık dediğimiz insani değerlere adım adım ulaşıldı. Fakat bu özellikler, insanın düşünen tek yaratık olarak toplumsal özgürlüğü ile örtüşmüyorsa, o toplum çağdaş olamıyor.

Aç gözlülük ve uygarlık çatışması

Avrupa, 15. yüzyıldan bu yana, ekonomik düzeyi, eğitimi, insan haklarını ve sanayi devrimini bütünleştirerek bir çağdaş insan standardı tanımlıyordu. Fakat 20. yüzyılda, kapitalist aç gözlülük bütün bu yüceltilmiş düşünceleri ve 500 yıllık uygarlık öğretisini pratik yaşamda yok ediyor.

Türkiye’yi II. Dünya Savaşı’ndan uzak tutan Cumhuriyet rejimi, İsmet İnönü’nün politikası sayesinde büyük bir uygarlık göstergesi oldu. 1950’den sonra dış kapitalist odaklar, İslam dünyasını ekonomik köle durumuna düşüren şimdiki İslam-içi savaşı körüklediler. İslam dünyasını güya Arap aydınlanması adına harekete geçirdiler. Sonuç belli. Avrupa ve ABD’nin empoze ettiği, bir İslami modernleşme programı var.

Petrol şeyhlerinden bu yana, İslam dünyası, kapitalizm propagandası yapan bir harekete dönüştü. Arabistan’da kış olimpiyatları gibi ucube programlar, resim, heykel, musiki gibi, güya dini bir yasak olan İslam ülkelerinde müzeler, turistik merkezler, konser salonları, ülkeleri yok eden, parçalayan savaşlar, sürekli cinayetler, İslam dünyasını, 19. yüzyıl Amerika’sındaki Vahşi Batı hikâyelerine çevirdiler.

Senarist Hristiyan, oyuncu Müslüman

İslam dünyasında Rusya ve Amerika at oynatıyorlar. Oyunu sahneye koyan Hristiyanlar, oyuncular yerli Müslümanlar. Kazanç kapitalist patronların. Bu sahnede Türkler de kendi rolünü oynuyor.

Peki, bir buçuk milyarlık fakir İslam dünyasının kendi durumu ile ilgili ciddi bir programı yok mu? Dünyanın fakir, sanayileşmesini tamamlamamış, eğitim düzeyi uluslararası seviyeye yükselememiş toplumları isteyerek mi bu oyunu oynuyorlar?

Burada Rönesans’a katılmamış, aydınlanma dönemini görmemiş ve çoğunlukla Batı sömürgesi olmuş, dengesi bozuk devlet yapıları var. Batı uygarlığının ne kadar insancıl olduğu da bu bağlamda tartışılır.

Cehalet, laiklik ve demokrasi

Sevgili Okurlar, Halk partisi üyesi olup, İsmet Paşa ile kavga edip kurdukları Demokrat Parti’nin, Amerika’nın açıkça sözcüsü olduğunu anımsıyoruz. Bayar ve Menderes Cumhuriyet’e karşı olmaktan çok politik egemenlik kavgası verdiler. Henüz %90’u köylü olan Türk halkı, giden sultanla gelenler arasındaki farkı yeteri kadar anlayamadı. Cumhuriyet ve özgür demokrasi olgusunu anlamaları olasılığı yoktu. Laiklik sözcüğü ise namazına, orucuna bir yasak gelmemiş köylü için hiçbir anlam taşımıyordu.

1923-1938 aşaması, yıkılan imparatorluğun hayal meyal hatırlanan imgeleri ile Cumhuriyet’in yeni etkinlikleri sürecinde halka sadece okul ve birkaç sözcük öğretebildi. Benim çocukluğumda gördüğüm kentler ve köyler Osmanlı çağındaki gibi yaşıyordu. İlkokul 3. sınıftan liseyi bitirene kadar, köyler ve kentlerde bir Anadolu çocuğu olarak yaşadım. Halk Cumhuriyet’i anladığı kadarıyla bir bayram olarak kutladı.

Fabrikalar, şoseler, su ve elektrik projeleri, artan demiryolları ve okullar, toplumun yeni konuları, ya da oyuncakları idi. Ben o yıllarda eşeğe binen, döven süren, bağdan üzüm toplayan, pekmez kaynatan, köyden kasabaya yürüyerek okula giden bir köylü çocukluğu da yaşadım.

Bu tablo İstanbul, İzmir gibi kentlerde biraz değişiktir. Bugün kapitalizm, demokrasi, insan hakları, eğitim, teknoloji gibi kavramlar 1950’den önce Türk halkının bilgi dağarcığında yoktu. Köylüler köyden çıkıp İstanbul’un nüfusunu bir milyondan 15-20 milyon boyutlarına çıkarınca köyden gelen cehalet ağırlığı ile Batı entrikaları örtüştü. Çağdaş olamayan bir Türkiye şekillendi. Bugüne geldik.

Sevgili Okurlar, Türk halkı er geç neyi hak ediyorsa ona ulaşacaktır; neyi hak ettiğini ise kendisi dile getiremeyebilir. Fakat tarihin evrimsel mekanizması insan iradesinden daha güçlüdür.

Doğan Kuban

Bu yazı HBT'nin 108. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban