Şakayık-ı Numaniyye’den bugünkü cehalete…

Doğan Kuban
Şakayık-ı Numaniyye’den bugünkü cehalete…

Sevgili Okurlar, yazılarımda tekrar ettiğim konular için özür dilerim. Fakat toplumun her alanda yalpa vurmasını hoş görmeye devam edersek bu durum birkaç yıl içinde, bütün ülkeyi yaşanmaz bir çöle dönüştürebilir.

Türkiye’de her alanda bilgisizlik var. Bu durum gücümüze gitmemeli. İslam dünyasında bizden daha modern ve ekonomisi daha güçlü, sanayileşmesi daha ileri, adam başına geliri daha yüksek bir ülke yok. (Lübnan ve petrol kuyuları başındaki Araplar hariç. Onların daha zengin kentleri var. Fakat kültür adına bir varlıkları yok.)

Amerika, Çin, Avrupa, Rusya, İslam pazarında mal satanlar. Biz de müşterileri. Bu yüzyılda müşteri, mal satanın kölesidir.


1923’te İslam dünyasının tek laik cumhuriyetini kuran Türkler, sanayi devrimini tamamlayamadılar. Fakat verimli bir toplum olarak nüfuslarını sekiz kat artırdılar. Artan nüfus kentlere göçtü. Bugün artık para etmeyen boş gökdelenlere çimento taşıdılar. Mirasyedilik bize Osmanlıdan miras kalmıştır. Sanayi devrimini tamamlamış dünya, 1.7 milyar fakir Müslümana bakıp ağzını şapırdatıyor. İletişimin bu kadar geliştiği, herkesin cebindeki telefonla dünyayı öğrendiğini sandığı günümüzde, dünya kapitalistleri Türkiye’deki dostları ile birlikte fakir Müslümanların ekmeğini yiyor.

Niçin boyun eğiyoruz?

Bizim her şeye boyun eğmek zorunda kalmamızın temel nedeni toplumun cehaleti dediğimiz bilgisizliktir. Bu bilgisizliğin temeli de İstanbul’un fethinden 19. yüzyıla kadar öğretimin medresede yapılmasıdır. Kanuni döneminde yazılan Şakayık, medreselerin o zamana kadar mezun ettiği önemli mollaların biyografisidir. Medreseler sadece din dersi verir. Medreselerin hocalarının atanmasını sultanlar yapar. Bu işlem, mollanın yaşamında tanınmış biri olmasına bağlıdır.

Bu atamanın sultan tarafından yapılması, medresenin devlet tarafından politik amaçlarla kullanılmasına işaret eder. Çünkü sultanlar, şehzadeler okulunda Kuran, Arapça yazı, Amal-i erbaa (Hesap) ve Farsça şiirden başka bir şey öğrenmezler. Bir bilimsel konuyu işledikleri ve onun üzerinde bir yazı yazdıkları işitilmemiştir. Kuşkusuz bu olgu sultan hakkında bibliyografik bilgi derleme geleneği olmadığı, başka bir deyişle, sultanın ulaşılmazlığı ile ilgili bir davranışın sonucu olabilir. Fakat sultanların, analarının dili dışında dil öğrendikleri ve şiir hariç yazı yazdıklarını bilmiyoruz.

Bir ülkede bilim adamının yazdığı kitap ya da araştırma yaptığı konu bilinir. Türkiye’de bir bilim alanında yazdığı risalenin ya da şerhin ya da derkenarın konusunun ne olduğunu anlatmadan ‘(X) de vardı’ deyip bilime katkısının ne olduğunu söylememek, hiçbir kültürel boşluğu doldurmaz.

Bilime katkısı nerede?

Şakayık-ı Numaniyye’de mollaların doğum yerleri, okudukları ülkeler (genelde Mısır), öğretim yaptıkları medreseler, atandıkları kadılık yada başka memuriyetler, aldıkları maaşlar belirtilir. Fakat mollanın bilimsel etkinliği ve bilime katkısı belirtilmez.

Bütün mollalar fazilet ve kemal ehli, kendini ilime ve ibadete adamış. Yani din bilimlerine ilişkin kitapları okuyor, namazlarını ve dualarını kaçırmıyor. Okuduğu kitapları tashih eder ve üzerlerine haşiyeler (açıklama), derkenarlar yazarlardı. Başta kadı, kazasker olmak üzere sultanlar, mollaları çeşitli görevlere atarlardı.

Şakayık’daki biyografilerde garip öyküler de vardır. Fatih döneminde Molla Ümmü Veled medrese hocası idi. Sultan sefere çıktığı zaman da onu geçiriyorlardı. Sultan bir sefere çıkarken arkadan gelen davulcularla ilgili olarak mollalardan biri ‘Ey Müminler Allah ve Resul’üne iman edin’ der. Sultan ‘Ey acemi! Bu emirdeki hikmeti açıkla!’ der. Molla Ümmü Veled ‘Davullar şu hikmeti anlatıyor: davulla ‘ dum’ devam et! dum ‘devam et!’ diyor. Yüce Allah’ın buyruğu’ yani ‘imanda devam edin! diyor. Fatih bu açıklamayı çok beğenmiş.

Şakayık; birçok mollanın biyografisinde bu tür hikayelere yer verir. Şakayık-ı Numaniye medrese mezunlarının verdiği eserleri ve Osmanlı döneminin bilimsel etkinliğini değil, medrese mezunlarının görev yaptıkları hocalık, kadılık, kazaskerlik, terfi, maaş, sultanla ilişkilerini, medrese mezunlarının ve şeyhlerin rüya tabirleri türünden yaşama ilişkin öyküleri anlatır.

Aralarında oldukça çok sayıda ‘Şeyh’ vardır. Öyküler hidayete ermiş alimlerin masalsı hikayeleri ile doludur. Bunlar, düşündürücü aforizmalar olarak değil, hidayete ermiş alimlerin bazen çocuksu ve medrese mezununun, bilimin rasyonalizmi ile ilgisi olmayan entelektüel düzeyini yansıtır.

Tek bilimci

Kitapta Semerkant’ta Uluğ Beyin Kuşçubaşısının oğlu molla Alaeddin Ali’den başka bir bilim insanı yoktur. Kuşçuzade Ali, ailesiyle birlikte, ülkesini terk eden bir matematikçi ve astronomdur. İstanbul’a 70 yaşında gelmiştir. Olasılıkla Fatih’in daveti üzerine gelmiştir. İlginç olan Türkiye’de sultanla buluştuğu zaman hediye ettiği, biri ayın hareketleri üzerine olan dört risaledir.

Şakayık-ı Numaniye bir pozitif bilim tarihi değil, medreselerden mezun din adamlarının bibliyografik ansiklopedisidir. Din tarihine katkılarından da söz etmez.

Biz bu kitapta Kanuni döneminde medresenin bilimle ilgili hiçbir etkinliği olmadığını açıkça görüyoruz. III. Murat yıldız falına çok düşkündü. O çağda yıldız falı astronomların bilgi alanı idi.

Sultan astronom (ya da falcı) olarak Şamlı Takiyüddin adlı Mısırda okumuş bir astronomu getirtti. Ona Tophane’de bir Gözlem Evi yaptırttı. Yabancı astronomu çekemeyen medreseliler Şeyhülislamı kışkırtarak gözlemevini (Rasathane) sultana yıktırdılar. Nedeni de işin içine şeytanın karışması idi.

Böyle bir olayın olduğu ortamda müspet bilimin var olmaması doğaldır. Gerçi Galileo’nun da kilise tarafından, Kopernik’i doğru bulduğu ve ptoleme kuramını reddettiği için, evine kapatıldığını biliyoruz. İş, din adamlarının kararına kaldığı için İstanbul ve Roma’da sonuç aynı olmuştu. Fakat Avrupa bu engeli aşabildi. Osmanlılar aşamadı. Cumhuriyet Devrimi bizi Avrupa’ya yaklaştırdı. İmparatorluk yıkıldıktan sonra bilim öğretimi Türkiye’nin doğal öğretim programına girdi.

Fakat İkinci Dünya Savaşı, geri kalmış ülkelerin dengesini ekonomik ve kültürel olarak aksattığı gibi, ABD’nin İslam dünyasını tümel olarak bir sömürü pazarı olarak görmesi ve tarihin saptadığı en açık zorbalık olarak, İslam ülkelerinin en önemlilerinin yaşamını darmadağın etti.

Türkiye şimdi böyle bir krizin üstünde oturuyor. Medrese mezunları ne imparatorluğu ayakta tutabildiler, ne de İmparatorluğu Avrupa’daki sanayi gelişmesinin paralelinde teknik bir düzeye getirebildiler.

Taşköprülüzade’den bu yana bilimi dışlamaya devam ediyoruz. Avrupa ilk üniversiteyi 11. yüzyılda, biz 19. yüzyılda açıyoruz. Bu tutumun bir sonucunu da İMF’nin son yayınladığı istatistiklerde görüyoruz: (IMF, WEO)

1980: Güney Kore, 38.1milyon, Adam başına gelir, 1700 dolar

1980: Türkiye, 42.5 milyon, Adam başına gelir, 2169 dolar

2016: Güney Kore, 51.2 milyon; Adam başına 27,535 dolar

2016 Türkiye, 79 milyon, Adam başına 10,000 dolar

Sayı bilenlerin dikkatine!

Doğan Kuban

Doğan Kuban'ın anısına saygıyla. Bu yazı HBT'nin 142. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban