Türkler

Doğan Kuban
Türkler

Azerbaycanlı bir şairin, “benim dilim annemdir” adlı bir şiiri vardı. 1943’de yüksek mühendis mektebine girdiğimiz zaman, bizim sınıfta Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Çerkezler, Lazlar, Türkmenler, Bulgaristan Türkleri, Yunanistan Türkleri, Araplar ve İranlılar vardı ve hepsi Türkçe konuşuyordu.

Türkiye Cumhuriyetinin yüksek mühendis mektebi, Osmanlı çağının İstanbul’unun bir parçası gibiydi. Bu duruma Avrupalılar “Kozmopolit Toplum” diyorlar. Osmanlı İmparatorluğu kuruluşundan bu yana, kozmopolit bir toplumdu.

Bugünlerde düşündüm, bugün de Türkiye 80 milyon nüfusu ile yine kozmopolit bir Türkiye. Başka bir deyişle, ırklar ve diller çorbası. Ama herkes Türkçe konuşuyor. Bu dilin yaşam gücü, benim bildiğim kadar 1500 yıl önce şekillenmişti. Biz 1000 yıllık süreçte İslamiyeti yavaş yavaş kabul ettik.


Benim babam Çerkezdi ve Osmanlı ordusunda subaydı. Annem, Erzurumlu bir baba ile Midillili bir annenin çocuğuydu. Ben, annemin amcası olan Şeyhülislamın, Yemen’li eşinden olan ve birisi subay, birisi öğretmen, birisi Büyük Millet Meclisi’nde memur olan çocuklarını da gördüm.

Anadolu ve Slavlar

Osmanlı devletinin en büyük askeri gücünün dönme yeniçeriler, padişah eşlerinin hepsinin esir Hristiyan kızlar, Enderun’un hepsinin dönme olduğunu biliyoruz. (Bunu geçen yazılarımda da belirttim.) Eğer sultan sülalesine bakarsak, Orhan Bey’den sonraki sultanların anaları genelde Hristiyan olarak karşımıza çıkar. Reform istediği için katledilen 2. Osman’ın kanında yüzde 5 Türklük olduğunu hesaplamıştım.

1964’de Washington’da Smithsonian Enstitüsü’nde gördüğüm Dünya Kan Haritasında, Anadolu kan grubunun en büyük parçasının Güney Slavları olduğunu görmüştüm. Slavlar Anadolu’da ne arıyorlardı? Bunu anlamak için epey tarih kitabı karıştırdım. Güney Slavları, yani bugünkü Balkan yarımadasının Slavları, 5. 6. yüzyıllar arası ve daha sonrasında da güneye inerek, sade Balkan Yarımadası’nı değil Yunanistan’ı da işgal etmişler, fakat İstanbul’daki Ortodoks kilisesinin etkisiyle Hristiyan olmuşlar ve dillerini de Grekçeye çevirmişlerdi.

Başka bir deyişle Türkiye’deki Rum dediklerimiz, Slav kökenli, Yunan dilli, Ortodoks mezhebine mensup insan grubu Anadolu’daki en büyük özgün insan topluluğu idi.

Türkler Marmara bölgesini, İstanbul’u ve Balkanları işgal ettikleri zaman, karşılarında Rumca (yani Yunanca) konuşan büyük bir Slav kütlesi vardı. Roma devleti 6. yüzyıldan sonra Anadolu’ya ve Konstantinopolis’e egemen olmak isteyen Araplara karşı savaşmak için Yunan dilli Hıristiyanları yani Slavlar’ı kullanmıştı. Anadolu’daki Slav nüfusun yoğunluğu bu savaşların hatırasıydı.

Başarının nedeni

Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa’ya karşı ilk yüzyıllardaki başarısı, yeniçerilerin sürekli bir hazır ordu oluşturmasındandır. İlk yeniçeri kavramı Orhan Bey zamanında esir alınan sağlıklı Rum gençlerinin Müslüman yapılarak onlardan asker yapılması önerisidir.

Burada Müslüman olabilmenin Allah ve Peygamberine inandığını söylemek ve sünnet olmaktan geçen basit formalitesi, Osmanlı devletine büyük güç kazandırmıştı. Bizans devleti tükendikten sonra 15-16 yaşındaki gençlere asker olma teklifi, esaret ve kölelikten kurtulmak anlamına geliyordu. O sırada dünyada milliyetçilik kavramı da gelişmiş değildi.

Fatih, Osmanlı sultanlarının en okumuşu, belki en zekisi, en aktif olanı ve büyük devlet kavramını anlayanı sayılabilir. Onun antik edebiyat ve düşünce ile yakınlığı, vezirlerini, danışmanlarını, Mahmut Paşa’dan başlayarak Bizanslılardan seçmesi, imparatorluktaki Hıristiyanlara kendi patriklerini seçmeleri ve kiliselerini açma izni vermesi, bir tarafı Müslüman, öte tarafı Hıristiyan olan Yakındoğu- Akdeniz dünyasında devleti yaşatmak için kentleşmiş Bizans halkını araç olarak kullanma düşüncesine götürmüş olmalıdır.

Bugünkü bütün araştırmalar, fetheden Türklerin bir azınlık olduğunu gösteriyor. Fakat Roma-Bizans İmparatorluğu yıkıldıktan sonra Hıristiyanların büyük ölçüde Müslümanlığı kabul ettikleri söylenebilir. Türklerin aralarına bu kadar dönme Müslümanı kabul etmeleri de Fatih’in davranışlarına paralel bir dini müsamahanın halkta da varlığını göstermektedir.

Bu ara kesitte Müslümanların çok eşlilik olanağı da dönme Hıristiyanları hoş görmeyi kolaylaştırmıştır. İstanbul’da Rum tebaadan eş alan büyük bir grup, benim çocukluğumda bile vardı. Değişik kiliseleri olan dil grupları, farklı mahallelerde yaşarlardı. Benim yaşadığım dönemde din ve mezhep kavgası görmedim.

Osmanlı’nın sonu nasıl başladı?

Anası Sırp olan Fatih Sultan Mehmet, 19. yüzyıldan önceki sultanlar arasında İmparatorluğu İtalyan Rönesans uygarlığı atılımına başlatacak tek sultan olarak kabul edilebilir. Bu sadece Gentile Bellini’ye portresini yaptırdığı için Türkiye’ye gelen İtalyanlarla ilişkileri, üzerinde kendi kabartması olan damga, ona Basileus adını uygun gören Hristiyanlar, Osmanlı ordusunun Otranto’ya asker çıkartıp İtalya’yı işgal teşebbüsü, Cem Sultan öyküsü ve öldürülmesi, Fatih Sultan Mehmet’in oğlu II. Beyazıt tarafından öldürtülmüş olma olasılığı ve II. Beyazıt’la birlikte, Fatihin bütün projelerin ortadan kalkması, Osmanlı İmparatorluğunun sonunu getiren ortaçağ mekanizmasının kurulma dönemidir.

Bu tarihten sonra İmparatorluğun fetih gücü, iki başarısız Viyana muhasarası ile göçerin kale ele geçirme ve doymaklık alma aktivitesine dönmüştür. Bunu Osmanlı tarihinde Kıbrıs ve Girit fetihleri biraz yumuşatır.

Halil İnalcık, yazdığı Osmanlı tarihlerinin birini 1603 yılında bitirir. Belki bu kesintiyi, Sultan olup babası 3. Murat’ın yerine geçtiği zaman, saraya geldiği gece, en büyüğü on üç yaşında olan 19 erkek kardeşini öldürten III. Mehmet’ten söz etmemek için yapmıştır. Çünkü buna benzer bir cinayet dünya tarihinde yoktur. Bu Osmanlı tarihinin en simgesel olayıdır.

Fatih Sultan Mehmet’le III. Mehmet’i karşılaştırdığınız zaman Osmanlı devletini yürüten tesadüflerin yoğunluğu bağlamında dehşete düşersiniz.

Fatih döneminde gerçekleşememiş kültür alışverişinin durmuş olması, sonuçta İmparatorluğun yok olmasını getiren cehalet yoğunluğudur. Bugün toplumun çoğunluğu çağdaş bilgi düzeyinin altında. Türkiye’yi sürekli borçlanmaya mahkum eden bir mekanizmaya, II Beyazıt’tan başlar.

Bugün çağdaşlıktan uzak toplumuz

Rönesansı dışlamaya başladığımız zaman, kendimizi Avrupa sınırında, at üzerinde süvari olarak savaşma ve devleti koruma gücümüzü de yitirmiştik. Ondan sonra da Osmanlı devleti, Tanzimat’ın bütün çabalarına karşın yok olmaktan kurtulamadı.

Avrupa’nın isteği, Türklerin Akdeniz kıyısından da çıkartılmasıydı. Batılının bu isteği, Türk toplumunu uygar dünya içinde saymamaktır. Bugün dünya üzerinde, teknolojik olarak gelişmiş Çin, Japon, Kore toplumlarını çağdaş sayabiliriz fakat teknolojisi gelişmemiş, bizim gibi toplumları, “Avrupa kıtasında hâlâ toprakları olsa da”, çağdaşlıktan uzak diye nitelendirebiliriz.

Dünyada çağdaşlıktan uzaklaşmış toplumların başında Müslümanlar geliyor. Bizim politikacılarla birlikte, bugün ABD, yarın Rusya, öbür gün Çin’le alışveriş planları yapmaları, dünya ekonomisinin, kapitalist sistem içinde işlemesi sonucudur. Satan ve alan iki taraf oldukça ekonomik kölelik sistemi de işleyecek, en cahil olan en çok köle olacaktır.

Sevgili okurlar, tarihi olaylar, bugün örnek olma değerlerini yitirmiştir. Bugünkü ekonomik güç odakları sanayileşmeye paralel olarak ortaya çıkıyor. Ya sanayileşme, ya kölelik.

Doğan Kuban

Doğan Kuban'ın anısına saygıyla. Bu yazı HBT'nin 133. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban