Yakınmalar: Eski İstanbul ve başka çöküntüler

Doğan Kuban
Yakınmalar: Eski İstanbul ve başka çöküntüler

Sevgili okurlar, bir hayal, anı olmuş İstanbul’da, yurtdışında geçen yılları da sayarsak 91 yıldır yaşıyorum. Soru sormayan ya da soramayan, yanıt vermeyen ve veremeyen, dilsiz, belki de sağırlaşmış, eski deyimiyle Lâl-ü epkem bir toplumun her insani yeteneği törpülenmiş bir çağında yaşıyoruz. Gerçi toplumda çok gürültü çıkıyor. Fakat kimsenin yanıtını alabildiği bir soru sorulmuyor. Herhalde cennette yaşıyoruz.

Dolar birkaç ay öncesinin iki katına ulaşırken tarihi İstanbul’dan söz etmek bana garip hatta aptalca geliyor. Fakat ne gazeteler, ne televizyonlar, ne politikacılar, ne de çok bilmiş iş adamları ülkenin içine daldığı ekonomik bataklığın Türk halkına getireceği neredeyse aşılamaz handikaplardan söz etmiyorlar. Eğer halk şimdi içine battığı bataklığın nedenini bilmezse ne zaman uyanıp çağdaşlaşacak?

Başladığım öyküye devam edeyim.


Anadolu’nun köyü dahil, çok köşesinde yaşamış, daha fazlasını görmüş İstanbullu bir mimarlık tarihçisi olarak İstanbul’un geçmişini düşünüyorum. Ahşap evlerinde yaşadım. 60 yıllık bir Anadoluhisarlıyım. 1977’ye kadar eve vapurla geldim. Üniversiteyi bitirene kadar sadece tramvaya bindim. Boğaziçi’nin Cerrahpaşa’nın, Aksaray’ın, Ortaköy’ün, Beşiktaş’ın, Kadıköy’ün yerlisi oldum.

O İstanbul 1970’e kadar ahşap ev ağırlıklı bir kentti.

Dünyanın en güzel kenti sayılmayı hak ediyordu. Çünkü denizler arasında, kentten denizin, denizden kentin göründüğü, İ.Ö. 700’de Yunan kolonizatörler tarafından kurulmuş, Roma, Bizans, Osmanlı imparatorluklarının başkenti 2700 yaşında, dünyanın en eski ve en güzel kentiydi. Belki halkının çoğunluğu bu olağanüstü tarihi bilmiyorlardı. Fakat kent, tarih ve coğrafyanın ona sağladığı asaleti en basit insana duyuran ağırbaşlı, deniz ve tarih kokan eşsiz bir ortamdı.

Eşi olmayan olay

İstanbul’un Osmanlı İmparatorluğu’na kazandırdığı ya da verdiği bir özellik var. Geçmiş çağların bu en ünlü başkenti Asya göçer tarihinin en saf ve tarihe eskiden katılmış, Türk göçerlerin elinde 20. yüzyıla kadar 500 yıl yaşamış. Dünya tarihinde bu olayın eşi yok.

Bir İstanbullu kültür ve tarihçisi olarak, İstanbul’da acıklı bir yapılaşma olduğunu yineleyip duruyorum. Bir kentin tarihi karakteri ve çağdaş gelişmesi, dengeli bir şekilde örtüştükleri zaman ortaya çıkan sosyal ve fiziksel sonuç olumlu oluyor. Olumsuz, ekonomik olmayan, çirkin özellikler toplum kültürünün düzeyine bağlı oluyor. İstanbul bu kültür düzeyinin kurbanı oldu.

Bugün İstanbul’un içinde yaşadığı karaktersiz düşkünlük, dünyanın en güzel kentini, çağdaş megalopolislere, Afrika’nın, Asya’nın fakir ülkelerinin insan kaynayan çok milyonluk insan pazarı kentlerine benzetti. İstanbul’un anıtları, örneğin Topkapı Sarayı, Roma surları, anıtsal camiler, en beylik yeni yapıların yarattığı çirkin bir yapı pazarı ile çevrili. Tarihi anıtlar spekülatif yapı kalabalığın içine atılmış solmuş çiçeklere benziyor.

Kentin şairane yankıları

Yahya Kemal’in söylediği gibi, üzerinde güneş batarken onunla ışıldayan bir Üsküdar, ya da Kanlıca Körfezinde denizin derinliğine bakarken yüzünüzle birlikte gördüğünüz kırmızı güller, tarihi duyarlıkların şairane yankılarıdır. Bugün şairi duygulandıracak çok az köşe kaldı. Gerçi biz eskiler gibi, eski İstanbul hayallerini yaşatan birkaç köşe hâlâ var, İstanbul, eskiyi yaşamış, ya da kitaptan okumuşların hayallerinde hep doğası ile birlikte anımsanacaktır.

Türkiye’nin 1933’te 15 milyon nüfusu, 2018’de 80 milyon oldu. Bu, tarımı da dışlayan bir ülkenin başka bir öyküsüdür. Kentler megaloman olmazlar. İnsanlar onları yaşanmaz kalabalıklar yapar. İstanbul’u da tarihini dışlayan bir heyula yaptılar.

Uygar ülkelerin kentlerini koruduklarını görmek istiyorsanız Roma’yı, Floransa’yı, Venedik’i, Salzburg’u, Viyana’yı, Amsterdam’ı inceleyin. Özellikle bizden daha zengin ülkelerde gökdelen sayısını ve yoğunluğunu diğer yapılarla karşılaştırın. Avrupa kentlerinin resimlerine bakın. Amerika’da birkaç büyük kent dışında, gökdelen yoğunluğu bizden azdır. Ve Amerika dünyanın en zengin ve bize hiçbir noktada benzemeyen ülkesidir.

En spekülatif kent

İstanbul’da gökdelen inşaatı dünya spekülatif inşaat furyasının kanımca en önündedir. Hiçbir planlama kuralına uymaz. Eğer Türkiye’nin hangi olgusu buna paralel diye sorarsanız, yanıtı ülkenin dış borcu ve doların fiyatıdır. Bunları siz yapmadınız. Soru soramayan Türk ulusunun ortak borcudur. Bu olgu dünyanın bütün bilinçli ve iyi niyetli insanlarının kabul etmeyeceği umarsız bir uygulamadır.

Türkiye’nin birbirlerine sırtlarını dönmüş iki güncel olgusunu Türkiye nüfusunun neredeyse ¼’ünün yaşadığı çekici bir sefalet ortamından hatırlattım. Fakat unutmayın. Dünyada ekonomik kriz ortamları sömürünün tavana vurduğu yerlerde olur. 2006- 2008’de Amerika’nın bütün dünyada krize neden olan yapı- para krizini okuyun.

Nerede partiler, ekonomist ve sosyologlar

Bu gelişmelerin analizini yapacak olan konunun uzmanı parti sözcüleri nerede? İki kavramı ya da iki uygulamayı yan yana getiren uzmanlar, ekonomi profesörleri, sosyoloji uzmanları nerede? Bu gelişmelere ‘Tanrı verdi, tanrı aldı” diyen az okumuş halka kim ulaşıyor? Benim burada yazdıklarım halka uzanmıyor. Benim gibi birkaç bin kişi, ellerinde hiç bir iletişim olanağı olmadığı için 80 milyona ulaşamaz.

1935’te radyoyu, 15 milyon vatandaşın kentlerde oturan 1/10’u gibi küçük bir bölümü dinliyordu. Nüfusun %90’ı köydeydi. Şimdi bu oran çok değişti. Toprak ekenler çimento taşıyorlar. Türkiye’nin tarımsal üretimi ülkeye yetmiyor, tarlalar sonsuz nadasta.

İstanbul, Anadolu’ya sömürgesi gibi bakıyor. Dereyi boğazlayıp tarım toprağını susuz bırakmak, Türkiye’yi aç bırakma operasyonudur. Köylüyü güya kentli yapmak onları zengin mi yaptı? Ortaçağ’da yaşamıyoruz. Köylü kente karın tokluğuna gelirse kent onu kentli yapmaz. Fakat milyonlarca köylü kenti gökdelenli köy yapar.

Kentteki zavallı köylü

Kente akın eden köylüler iş bulurlarsa minimum ücretle yaşıyorlar. Soru sormasını bilmezler. Ama soğanın fiyatının iki kat arttığını bilirler. Tepkilerini daha öğrenmedik. Ortaçağı aşan bir aydınlanmış halleri de yok. 1930’ların Türkiye’si, herhalde yükselmiş özgüvenleriyle bugünün köylüsünden daha fazla çağdaşlaşma potansiyeli taşıyordu. Mahmut Makal’ı tanımıştım. Bugün o potansiyeli taşıyan köylü kalmadı. Yaşamı pamuk ipliğine bağlı kent köylüsü var. Bir yandan otomobil almak istiyor. Öte yandan hiç bilmediği bir Ortaçağ hayali ile yaşıyor. Daha doğrusu Fransızca deyimi ile “végéter” ediyor. Yani ekemediği tarladaki otlar gibi yaşıyor.

Sevgili okurlar,

Yine tarihi İstanbul’a döneceğim. Yüksek yapı, inşaat alanın enflasyonuna benzer. Onlarla bir süre yaşayan kısa sürede iflas edebilir. Bugünkü dolar enflasyonu akılsız, plansız, sadece müteahhitleri zengin eden nankör bir kör oyunu idi. Fakat domates ve soğanın fiyatları yükselirken, gökdelenlerinki düşecek.

Eğer tarihimize gerçek bir sevgimiz olsaydı ve kent koruma alanında da gerçek uzmanlar olsaydı, kentin getireceği turist girdisi gökdelenlerinkinden çok daha fazla gelir getirirdi.

Doğan Kuban

Bu yazı HBT'nin 128. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban