Ülkemiz şehit haberleri ile sarsıldı geçtiğimiz hafta. 36 genç insan, bu ülkenin 36 evladı İdlib’deki çatışmalarda yaşamını yitirdi.
Acı bu sefer öylesine derine işledi ki, hareketsiz kalakaldık.
Barış zamanları çocuklar babalarını toprağa verir, savaş zamanları babalar çocuklarını derler. İşte öylesi derin bir acıydı.
Bilgisayar oyunlarındaki gibi olmuyor kahramanlıklar. Sosyal medyadaki savaş çığlıklarına benzemiyor elbet. Bunu en iyi, en büyük askerler bilir, Gazi Mustafa Kemal Atatürk mesela. Ulu Önder o nedenle tam bir savaş karşıtıydı.
Orta Doğuda fitili ateşleyen büyük güçlerin en büyüğü ABD’nin eski Adalet Bakanı Ramsey Clark, Birinci Körfez savaşından yıllar sonra şunları söyledi.
“Körfez Savaşı’nda 42 gün içinde 11.000 sorti yapıldı, 88.000 ton bomba atıldı; bunlardan sadece % 7’si güdümlü, % 93’ü ise gelişigüzel atılan bombalardı. En az 125.000 asker, 130.000 sivil öldürdük…”
Savaşın baş mağduru elbette siviller ama kazananlar bile mağdur aslında.
Ramsey Clarke’ın sözünü ettiği o Körfez savaşı sırasında 50.000 İngiliz, Kanada ve ABD askeri nefes açlığı, halsizlik, aşırı uyarılma (irritabilite), başağrısı, uyku bozuklukları, unutkanlık, konsantrasyon bozukluğu, el ve ayaklarda uyuşma, kas ve eklem ağrıları, cilt döküntüleri, depresyon, göğüs ağrısı gibi yakınmalar ile hekimlere başvurdu. Bu askerlerin %70’i askeri nöbetlerini tutamamakta veya tamamlayamamaktaydı.
Savaş sonrası ülkelerine döndükten sonraki beş yıl içinde bu 50.000 askerin sadece 1/6’sında yukarıda sözü edilen yakınmaların düzeldiği görüldü. Yapılan çalışmalar, yaralanma ve zehirli gazlara maruz kalma korkusunun, oluşan bu emosyonel sakatlıkta belirleyici rol oynadığına işaret ediyordu.
Bilim insanları bu klinik tabloya “Savaş Sendromu” ismini veriyor. Bu sendromun görülme sıklığı %5-15 olarak bildiriliyor.
Savaş Sendromunun daha çok psikososyal bir fenomen olduğuna inanılıyor. Bununla beraber, savaş sırasında askerlere uygulanan veba ve şarbon aşılarının neden olduğu sitokin salınımlarının nöroimmünolojik etkiler yarattığı ve bu durumun söz konusu klinik tablonun gelişiminde rol oynadığı da ileri sürülüyor. Savaş sırasında gelişen bazı infeksiyonların da bu klinik tabloya neden olabileceğini iddia eden çalışmalar var.
Sendromun esas ismi “Akut çarpışma stresi sendromu“ aslında. Bu sendrom ilk kez Amerikan İç Savaşında “Da Costa Sendromu” ismiyle tanımlanmıştı.
Amerikan İç Savaşının sürdüğü yıllarda Philadelphia Askeri Hastanesinde görevli Dr. Costa, 300 asker üzerinde yaptığı çalışma sonrası askerlerin önemli bölümünde nefes darlığı, çarpıntı, özellikle eforla ortaya çıkan göğüs ağrısı, yorgunluk, başağrısı, uyku bozuklukları, ishal, baş dönmesi gibi bulgular olduğunu, bu bulguların %35 askerde, askeri nöbet sırasında ortaya çıktığını saptıyor. Özellikle “sıla” özlemi çeken genç askerlerde, belirgin apati (kişinin çevresel uyarılara ilgisiz kalış, hissizlik, kayıtsızlık, uyuşukluk) , iştah kaybı hatta yüksek ateş gibi yakınmalar da tabloya ekleniyor.
Benzer durum, “Asker kalbi” “ efor sendromu” gibi isimler altında Birinci Dünya Savaşında da yaşanmış.
Savaş sırasında 44.000 İngiliz askerine sağlık izni verilmek zorunda kalınmış ve bu askerler savaşmaya devam edememişler. Birinci Dünya Savaşından beş yıl sonra da yılda ortalama 601 İngiliz askeri söz konusu yakınmalar nedeniyle sağlık izni kullanmaya devam etmiş. Benzer sorunlar İkinci Dünya Savaşı, Kore ve Vietnam Savaşıları sırasında da sürmüş.
Bir çok İngiliz pilot kalp ağrısı nedeniyle uçamamış.
Ben bir siyasi analist değilim, savaşın gerekli olduğu durumlarda kaçınılmaz bir araç olduğunu biliyorum. Ancak savaşın herkes için gözyaşı, hastalık, sakatlık, fakirlik anlamına geldiğini de biliyorum.
Yaşam, klavyenin başına oturduğunuzdaki gibi sanal değil çok ama çok sahici. En azından bizim için ölenlere saygı için bunu unutmayalım.
Tüm şehitlerimize rahmet, ailelerine başsağlı diliyorum. Umarım hafızası iyice balıklaşan bu ülkede kolayca unutulup gitmezler.
Mustafa Çetiner / dr.m.cetiner@gmail.com
Bu yazı HBT'nin 206. sayısında yayınlanmıştır.