Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değer mi?

P. Dilara Çolak Y
Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değer mi?

Herhangi bir felsefe tarihi kitabı elinize aldığınızda şöyle bölümlendiğini görürsünüz; Sokrates’ten önce ve Sokrates’ten sonra. Günümüze hiçbir yazısı dahi kalmamış bir düşünürün felsefedeki böylesi bir dönüm noktasını temsil etmesi ilginçtir. İsmi ve malum ölümü ile pek ünlüdür fakat Sokrates kimdir ve neyi keşfetmiştir?

Sokrates uykuda bir zihinle yaşayan hantal Atinalılara sorular yönelterek başlangıçta doğru bildiklerini sandıkları şeyi aslında bilmediklerini gösterir ve onları doğruya yaklaştırırdı. Bu rahatsız edici dürtme ediminden dolayı da kendini bir at sineğine benzetirdi.

Kendisinden önceki ve çağdaşı olan düşünürler evreni ya da varlığı bir seyirci hassasiyetiyle anlamaya çalışırken Sokrates felsefi sorgulamanın odağını değiştirerek, insanın kendisini soru konusu haline getirir. Delphoi tapınağının girişinde yazan “Gnothi seauton” yani “kendini bil” ifadesi Sokrates’in peşinde olduğu başlıca sorundur. Sokrates ile birlikte felsefenin yönü değişir.


Bilginin göreceli olduğunu savunan Sofist olarak adlandırılan filozoflarda arete kavramı ustalık, marifet, yöneticilik ustalığı gibi anlamlara gelse de bu ifadenin Sokrates’teki karşılığı yaşama ustalığıdır. Kişi önce kendini yontarak yaşam ustası haline gelmelidir ki daha sonra başkalarının yaşam ustalıklarını göstermede vesile olabilsin.

Sokrates sürekli olarak içinden bir ses duyduğunu ve bu sesin nasıl davranması gerektiğini söylediğini söyler. Bu tanrısal sese daimon adını vermiştir. (Bu kavramın Ortaçağ boyunca Demon, yani şeytana dönüşümünü takip etmek ilginçtir!) Daimon, Antik Yunanca’da cin, kader anlamına gelir. Kader ise pay, ölçüdür. Kader, insana kendine düşen payını/ölçüsünü hatırlatır, onu ölçüye vardırır. Bu sesi yani bir başka deyişle insanı ölçüye götüren sesi veren Hybris’dir. Ölçüyü bulan insan ise artık Harmonia’dır. Daimon; hepimizin içinde olan bize yol gösteren ve “bunu yap” veya “hayır bunu yapma” diyen bir ses ona göre.

Tanrının sesi

Bu açıdan Sokrates, kendisinde Tanrı’nın sesini duyduğunu, Tanrı’nın sesini taşıdığını söyleyen oldukça dindar bir insan ve ahlak filozofuydu. Tarihin ilginç ironilerinden biri de bir ahlak filozofunun ahlaksızlık yüzünden idam edilmesi olsa gerek. Nitekim Sokrates mö 399 yılında o hiç beğenmediği demokrasi tarafından Atinalı gençleri ayartmak, ahlakını bozmak ve Atina tanrılarının yerine yenisini koymakla suçlanarak baldıran zehri ile idama mahkum edilmiştir. İşte tam da bu noktada onun ölümü diğer ölümlerden farklılaşıyor ve öğretisinin doğruluğundan ziyade büyük ölümler arasına giriyor. (Bunun da değeri tartışılabilir.) Nihayetinde o hem kaçma tekliflerini geri çevirdi, hem de ceza indirimi almak adına af bile dilemedi.

Çünkü onun için her insan, her şeyden önce davranışlarıyla ilgili kendine hesap vermekle yükümlüydü. Sokrates tüm bunları söyledikten sonra cezaevinden kaçsaydı veya yargıçlardan af dileseydi, en başında kendisine karşı yükümlü olduğu erdemlilik sınavını geçemeyecekti. O yüzden Sokrates’te ne kaçmayı ne yardım istemeyi ne de af dilemeyi seçti ve şöyle dedi “Tüm yaşamımı Atina’da sürdürdüm. İsteseydim bu kenti bırakıp gidebilirdim. Atina’dan ayrılmam için hiçbir engel yoktu fakat bu yapmadım. Yetmiş yıllık yaşamım boyunca Atina yasalarının korunmasına sığındım. Bu yasaların tüm koruyuculuğundan yararlandım. Böyle davranmakla içimden gelen bir yükümlülük altına girdim. Bu yükümlülük tüm yaşamımı bağladığım yasalara uymaktır. Şimdi, bu yasaların tam hakkımda uygulayacakları bir karara uymazsam, içimden verdiğim olduğum bir söze uymamış olurum.”

Bu ölümden ne zaman bahsetsem hemen Bertrand Russell’ın sözünü hatırlarım, “Düşüncelerim uğruna ölümü göze almam çünkü yanılıyor olabilirim.” demişti. Düşünceler uğruna ölmeli mi bilemiyorum, ya da ölmeye değer düşünceler var mıdır… Ama en azından Sokrates’ten alınması gereken iki kesin ders var gibi gözüküyor; sorgulanmayan hayatın beş para etmediği ve her şeyden önce insanın kendisine karşı dürüst davranması gerektiği.

P. Dilara Çolak / [email protected]

Bu yazı HBT'nin 307. sayısında yayınlanmıştır.

P. Dilara Çolak