Küresel salgından öğrendiklerimiz: Ruh sağlığı açısından bakış

Makaleler

Prof. Dr. Mustafa Yıldız, KOÜ Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı / [email protected]

Doğa konuşur ve deneyim söylenenleri anlaşılır hale getirir.

Jean-Paul Sartre


Çin’in Wuhan eyaletinde 2019 Aralık ayında başlayan salgın hastalığın nedeni, büyüklüğü milimetrenin on binde biri kadar olan bir virüstü. Çeperinde taç benzeri yapılar olduğu için taçlı virüs adı verilen coronavirus’un bu türünün neden olduğu hastalık Dünya Sağlık Örgütü tarafından covid-19 olarak tescillendi.

Türkçe’de virüs sözcüğünün karşılığı sarılıp yayılan bitkiden gelen güzel bir adlandırmayla sargandır. Coronavirus’ün karşılığı da taçlı sargan olur ve ilk hecelerini kullanarak biz de DSÖ’nün yaptığı gibi hastalığın adını tasa-19 şeklinde kısaltabiliriz. Türkçe terim kullanmamın nedeni insanların anlama-kavrama-eyleme üçgeninde anadilden sözcüklerle düşünmelerinin önemini kavramış olmamdır. Bugün koronavirüs terimini kolayca benimsemiş durumdayız. Bunun nedeni de terimin, açıktır ki, Türkçe olan kor, koro, ona gibi kök ve sözcükleri içeriyor olmasıdır. Ses çağrışımının yeterli olduğunu görüyoruz benimsemek için. Ne yazık ki koymak, kötülemek gibi olumsuz anlam çağrışımları da sözcüğün benimsenmesine katkı sağlamaktadır. Ancak sözcükler üretildikleri dilin içinde tekil yapılar değildir. Kısa bir süre sonra hastalığı umursamayan, salgın karşısında bilinçsizce davranan kişileri tanımlamak üzere İngilizcede covid ve idiot (aptal) sözcüklerinin bileşiminden covidiot türetildi. Tasa-19 nedeniyle uzun süre karantinada kalıp eski alışkanlıklarından uzaklaşıp yeni alışkanlıklar edinmek zorunda kalan insanların ruhsal durumları için de yeni sözcüklerin türemesi beklenir. Covid-19 ya da korona terimi benimsendiğinde bu kez covidiot gibi türev sözcükler de benimsenmek zorunda kalınacaktır. Bunun en büyük tehlikesi ise televizyon izlenceleri sayesinde taçlı sargan ve salgın hakkında uzmanları dinleyerek bilgilenmiş olan halkın bilgi düzeyinin bu aşamada donması olacaktır. Çünkü anadili İngilizce olmayan bir halkın, sonradan gelen türev sözcükleri anlaması olası değildir. Aynı zamanda salgın bittikten bir süre sonra da çağrışım sorunları nedeniyle halk korona adını ve tehlikenin boyutlarını anımsamakta zorlanacaktır. Oysaki koronavirüs için taçlı sargan ve hastalık için de tasa-19 terimlerini kullanmış olsak hem sözcük hem de anlamsal çağrışım açısından halkın bu salgın hastalığı unutmaması sağlanmış olacaktır.

Tasa-19 hastalığı kısa sürede küresel salgına dönüştü. Nisan ayının ikinci haftasının sonunda 2 milyondan fazla insana bulaştı ve 150 binden fazla kişinin ölümüne neden oldu. Böylesine hızlı yayılan ve şiddetli etkiler doğuran salgın hastalık tarihte veba, kolera ve İspanyol gribi gibi benzerleriyle karşılaştırıldığında henüz masum görünmekle birlikte, hastalıklar ve tehlikelere karşı çok donanımlı olan çağımızda insanlığa yaşatmış olduğu zorluklar nedeniyle önemli anlayış ve yaşam tarzı değişikliklerine neden olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Rahat yaşamaya alışmış olan günümüz insanının karantina, sokağa çıkma yasağı, okulların kapanması, toplantıların iptali, ekonomik durgunluk, eve kapanma, düğün ve cenaze törenlerinin yapılmaması, ibadet yerlerinin kapanması, sürekli gelen ölüm haberleri gibi tüm dünyayı etkilemiş olan felakete tepkisi ansıl olacaktı?

Salgın bize neler öğretti? Toplum olarak nelerin farkına vardık? Hangi alanlarda anlayış değişikliği yaşadık? Önce bu soruların yanıtına kısaca bakalım.

  1. Eğitim düzeyi yüksek, öz-disiplin yeteneği gelişmiş olan toplumlar bu salgın karşısında daha az zarar gördü. Çünkü devletin ya da siyasal erkin aldığı kararlara en çok eğitimli toplumlar uydu. Burada sözü edilen eğitim, yalnızca genel öğretim düzeyi değil yüksek öğretim düzeyiyle birlikte toplumsal eğitimdir. Böylece, devletlerin sahip olduğu silahların, teknolojinin değil, okulları ve toplumsal uygulamasıyla eğitim dizgesinin en sağlam korunak olduğunu öğrendik.
  2. Bencillik, çıkarcılık, güç ve mal varlığının değil, eşitlik, paylaşımcılık, bilgi, adalet ve mal yönetiminin daha önemli olduğunu öğrendik. Toplumcu anlayış ve uygulamaların kriz dönemlerinde daha dayanıklı olduğunu gördük. Kitlesel felaketlerde kaptanların bile gemisini kurtaramadığını, kurtuluşun da batışın da hep birlikte olduğunu gördük. Böylece toplumsal refahın yaygınlaşmasının bir ülke için önemli bir güvence (sigortası) olduğunu öğrendik.
  3. Toplumsal mesafenin önemini öğrendik. Sınır koymaya alışmamış toplumlara bu alışkanlığı kazandırmak çok zor olacaktı. Hastalık kapma korkusuyla zorunlu olarak diğer insanlara mesafeli durmanın mümkün olabildiğini, iletişim için çok da yakın olmaya gerek olmadığını öğrendik. Böylece tokalaşmadan ve kucaklaşıp öpüşmeden de birbirimizi anlayıp sevebildiğimizi gördük.
  4. Kendi başımıza zaman geçirmeyi öğrendik. Yalnız kalmanın sandığımız kadar sıkıcı olmadığını, kendimize zaman ayırmanın ne çok getirisi olduğunu fark ettik. Okuma, düşünme belki de yazma fırsatı bulduk. Bu durum kimilerimiz açısından ruhsal olgunlaşma için önemli bir fırsat yaratmış bile olabilir. Böylece sürekli kalabalıklarda olmak dışında da bir yaşamın olabileceğini öğrenmiş olduk.
  5. Bilimin tek yol gösterici olduğunu, bilimsel anlayışın toplum tarafından özümsenmesinin ne kadar önemli olduğunu öğrendik. Halkı bilimsel anlayıştan uzak olan ulusların ne kadar zorlandıklarını, büyüsel düşünce ve geleneksel uygulamaların ağırlıklı olduğu bölgelerde kayıpların daha fazla olduğunu gördük. Böylece, büyüsel ya da bazı anlayışlara göre dinsel inançlarla ‘bize bir şey olmaz’ ya da ‘ayrıcalıklı sınıf’ anlayışının geçersiz olduğunu öğrendik. Doğa karşısında, olağan koşullarda, hastalıklı ya da engelli bireyler dışında bütün insanların eşit olduğunu gördük.
  6. Bilimin yalnızca laboratuvarlarda üretilen, para kazandıran ya da bilimciler arasında paylaşılan bir mal değil, toplum yararına kullanılması ve toplumun tüm üyelerince bilincine varılması gereken bir olgu olduğunu anladık. Böylece bilimcilerin anlaşılır dille halkı bilimsel olarak aydınlatma sorumluluğu olduğunu öğrendik.
  7. Sağlıklı bir toplumun ancak bilimsel anlayışla oluşturulabileceğini anladık. Bilim okuryazarlığının önemini kavradık. Basın-yayın araçlarının bilimsel tartışmalar için yoğun bir şekilde kullanılabileceğini fark ettik. Her bireyin iyi anlatıldığında bilimi anlayıp sevebileceğini gördük.
  8. Her zaman ve koşulda kaba gücün değil, bilginin geçer akçe olduğunu öğrendik. En güçlü görünen devletlerin bile çaresiz kaldığı sargan salgını, asıl gücün bilgi ve bilişimin yaygın kullanımı olduğunu öğretti. Savaşmak ve başkalarını öldürmek için silah üreten ülkelerin kendi vatandaşlarının sağlığını koruma konusundaki çaresizliğine tanık olduk.
  9. Sağlık hizmetlerinin toplumcu anlayışla sunulduğunda bir ülkenin gönenç göstergesi olabileceğini öğrendik. Koruyucu tıbbın önemini kavradık. Koruyucu, tedavi edici ve iyileştirici tıp hizmetlerinin bütüncül uygulanması gerektiğini anladık.
  10. Sağlık, eğitim ve hukukun birbirini tamamlayan öğeler olduğunu, asıl gelişmiş olan ulusların bunları bütünleştirmiş olanlar olduğunu öğrendik. Temel eğitimin (en az 12 yıl olmak üzere) çağdaş ölçütlerle toplumun her üyesine karşılıksız verilmesi gerektiğini, eğitimsiz bırakılan bireylerin toplum için zararlı etkenler olarak kaldığını ve kriz dönemlerinde en çok sorun yaratanların onlar olduğunu gördük. Böylece, yalnızca gerçekten eğitilmiş bir toplumda bireylerin kendi çıkarlarının toplum çıkarına bağlı olduğunu anlayabileceğini, bu bireylerden oluşan toplumun oluşturacağı siyasal erkin bağımsız tüzel yapıyı kurmasıyla sağlıklı bir toplumun ortaya çıkabileceğini anladık.
  11. Özel alan ve toplumsal mesafe kavramlarını öğrendik. Başkalarına saygı duyarak kendimize olan saygıyı da artırabileceğimizi gördük. Başkalarından rahatsız olmama hakkımız olduğu kadar onları rahatsız etmeme görevimiz olduğunu da öğrendik. Senden bulaşmasın ama ben de bulaştırmayayım inceliğini göstermeye başladık.
  12. Uzun süre araç kullanmasak, sık alışveriş yapmasak, caddelerde amaçsız dolaşmasak da bir kaybımız olmadığını gördük. En değerli malımız olan zamanı nasıl da çarçur ettiğimizi, daha iyi değerlendirme şansımızın olabileceğini öğrendik.
  13. Doğanın bizim yüzümüzden kirlendiğini, sözde en akıllı yaratık olan insanın aslında doğaya en çok zarar veren olduğunu öğrendik. Bir ay araç kullanmamanın, fabrikaları az çalıştırmanın, sokaklarda dolaşmamanın bile havaküreyi temizlediğini gördük.
  14. Yaşamın anlamını yanlış yerlerde aradığımızı, eğer onu kendimiz bulamıyor ya da oluşturamıyorsak başka hiçbir yerden bize sunulmayacağını öğrendik. Daha önce bize anlamlı gelen yaşantılarımızın bir salgınla engellenmesi karşısındaki çaresizliğimiz bizi yeni arayışlara yönlendirdi. Görünmez bir yarı canlı olan sargan tüm planlarımızı alt-üst etmeye yetti. Demek ki herşey boşmuş, ancak kendi yaratılarımız ve değerlerimiz ayakta kalabiliyormuş.
  15. Krizi çıkarcı fırsata çevirmeye çalışan türden insanların her toplumda olabildiğini, dahası büyük kuruluş ve devletlerin bile böylesi girişimler içerisinde olabileceğini gördük. Böylece insanlığın dünyanın her kültür ve coğrafyasına yayılmış aynı türden türemiş canlı grubu olduğunu bir kere daha öğrenmiş olduk. Biz ne isek başkaları da o sözü bireyler için olduğu gibi topluluklar için de geçerliymiş.
  16. Kişinin en önemli görevinin kendi benini yaratmak olduğunu öğrendik. Kendilik oluşum süreciyle ilgili olarak farkındalık yaşadık. Yapımızda kendimizden çok dış etmenlerin payı olduğunun farkına vardık. Onlar çekildiğinde ne kadar zayıf ve çıplak kaldığımızı, bizi koruyacak olan asıl gücün benliğimizde gizli olduğunu anladık. Eğer benlik gücümüz zayıfsa daha kırılgan olduğumuzu öğrendik.
  17. Ayakkabım yok diye üzülüyordum, ayaksız bir kişi gördüm diyen Arap atasözünün anlamını kavradık. Çalışalım, kazanalım, gelişelim, geliştirelim derken asıl önemli olanın elimizdeki varlıkla mutlu olmayı öğrenmek olduğunu fark ettik.
  18. Sosyal medya kullanımının artmasıyla yan yana olmadan da birlikte olunabileceğini öğrendik. Bu farkındalık büyük bir paradigma değişimine yol açtı. Uzak yakın kavramları değişti. İletişim yeni boyuta taşındı. Böylece toplum olarak, yerelden küresele yeni bir ilişki ağına hazır olmak gerektiğini öğrendik.
  19. Sürekli olarak nükleer savaş tehlikesinden söz edilirdi. Ama çoğunluğun usunda bu savaşın boyutları hakkında gerçekçi düşünsel-duygusal bir sonuç belirmezdi. Salgın bize ölümün herkese ne kadar da yakın olduğunu, yaşamak için nelere katlanmak zorunda kalabileceğimizi, sözü edilen nükleer savaşın şakaya gelir yanının olmadığını öğretti. Japonların yaşayarak öğrendiği acı gerçeği dünya halkları sargan salgını sayesinde öğrenmiş oldu.
  20. Sağlık alanındaki mesleklerin ne kadar önemli olduğunu, bu mesleklerin aslında barış zamanının en savaşçı meslekleri arasında yer aldığını, yetişme ve çalışma koşulları açısından sürekli desteklenmesi ve geliştirilmesi gerektiğini anladık.
  21. İnsanlığı tehdit eden bir sargana karşı tüm ulusların işbirliği yapabildiğini ve ülkeler arasındaki savaşların ne kadar anlamsız olduğunu gördük. Birbiriyle savaşan ulusların aslında insanlığı öldürüyor olduğunu fark ettik. Savaşların bazı topluluk ya da çıkar gruplarının kışkırtmaları olduğunu anladık. Böylece yaşamın sürmesinde toplumların ortak çıkarları olduğunu, dünya barışının mümkün olabileceğine umutlandık.
  22. Kişilikler nasıl ki seyahatte, sofrada ya da oyunda anlaşılıyorsa yöneticilerin ya da yönetim kalitesinin de kriz dönemlerinde anlaşıldığını gördük. Küresel salgın, halkının sağlık, erinç ve gönencini öncelemeyen yönetimlerin içyüzü görünür kıldı. Böylece seçtiğimiz yöneticileri hangi özelliklere göre seçmemiz gerektiğini öğrendik. Ya da seçtiğimizi sandığımız yöneticilerin gerçek niyetlerinin ne olduğunu görme fırsatı bulduk.
  23. Devlet adamlığının ne kadar çok sorumluluk ve siyaset bilinci gerektirdiğini anladık. Kimi devlet adamları olayı iyi çözümleyip erken tedbir alma yoluna giderken kimileri geç kaldı. Kimileri olayı önemsemezken kimileri ciddiye aldı. Kimileri ülkesinde ölümlerin fazla olmasına yol açarken kimileri ülkesini en az ölümle kurtardı.

Bu dönemde en çok sıkıntı yaşayan insanlar kimlerdi? Bunun yanıtını bir çırpıda vermek güç, ancak yukarıda sayılan öğrenimler çerçevesinde bazı yorumlar yapılabilir.

Öncelikle insan varlığının çok boyutlu oluşumunu eksen olarak almak zorundayız. İnsan ne salt bedensel varlıktır ne de toplumsal varlık. İnsan temelde bedensel bir varlık olarak gerçek varlığını içine doğduğu aile ve toplumla olan etkileşimleri çerçevesinde oluşturur. Bu oluşumda çevrenin ve toplumun önemli rolleri olur. Çok temel bir örnek verecek olursak, hangi aile yapısından olursa olsun yeni doğan bir bebeğin insan bakımından mahrum kalıp (anne baba ölmüş olabilir), örneğin kurtlar tarafından yetiştirilirse o bebek büyüdükçe, insan kalıtımına sahip olmakla birlikte, kurtlar gibi beslenmeyi, yürümeyi, koşmayı, savaşmayı ve iletişim kurmayı öğrenecektir. Bu çocuğu 9 ya da 15 yaşında bulsanız ve kurtların arasından alıp insanlar arasına getirseniz ona insan özellikleri kazandırmakta çok zorlanırsınız. Kalıtımın çevre tarafından nasıl etkilendiğinin en uç örneği olan bu olguyu aklımızda tutarsak, bireyin kişiliğini kendi toplumu içinde, yaşadığı olaylarla, etkileştiği kişi ve durumlarla nasıl tamamladığını daha iyi kavrarız. İnsan bedensel ve toplumsal etkileşimlerle oluşan, akıl ve becerilerle gelişen, belleğiyle ruhsal bütünlüğünü kuran bir varlıktır. Klasik olarak insan için yapılan biyo-psiko-sosyal varlık tanımlaması buradan gelir. Beden-ruh-toplum sacayağı üzerine oturan kişiliğimiz kendilik algımızı, dünya görüşümüzü, varoluşsal duruşumuzu, ilişkilerimizi ve gelecek tasarımlarımızı belirler.

Geçmişten bugüne nasıl oluşmuşsak bugünden yarına da oluşumumuz sürmektedir. Yeni öğrenmelerle yeni alışkanlıklar kazanmakta ve yeni uyumlar yapabilmekteyiz. Öğrenme, uyum ve değişim kapasitemiz ise beyin yapımıza, benlik gücümüze ya da ruhsal dayanıklılığımıza bağlıdır.

Kişinin oluşumunu tamamlayan bedensel, toplumsal ve ruhsal gelişimle ilgili özellikler Çizelge 1’de verildi. Bu özellikler ana hatlarıyla bedensel-toplumsal-ruhsal gelişim taslağını oluşturur. Kişiliğin temelini bedensel yapı oluşturmaktadır. Ama yukarıda verilen örnekte görüldüğü gibi bedensel yapı bile çevresel etkileşimlerle değişebilmektedir. Soydan gelen özellikler çevre ve toplumsal etkileşimlere çok duyarlıdır. En önemlisi de duyarlı dönemlerin varlığıdır; örneğin, bir yaş civarında yürümeye başlarız, doğuştan beri öğrenmekte olduğumuz dili bir yaşında konuşmaya başlarız, beş yağına kadar anadili öğrenmiş oluruz, ergenlik döneminde cinsel uyanış başlar vb. Sağlıklı gelişim için bu duyarlı dönemlerin olağan biçimde geçilmesi gerekir. Bebeğin anne sütü almasından, anne sevgisi ve aile bağları içerisinde güven geliştirmesine kadar bedensel, toplumsal ve ruhsal gelişim koşut gider. Bedensel anlamda çocukluk çağında yaşanan hastalıklar, ruhsal gelişim açısından çevresel desteklerin yetersizliği, toplumsal açıdan temel eğitimden mahrum kalma kişinin ruhsal gelişiminde önemli aksamalara neden olabilmektedir. Sağlıklı bir çevrede büyümüş olmak, yeterli ana-baba desteğiyle büyümüş olmak ve toplumun diğer insanlara sunulan eğitim ve çevre olanaklarını kullanmak sağlıklı bireyin gelişimi için temel koşuldur.

Çizelge 1. Gelişimsel etkileşim ve insanın oluşumu

Bedensel Toplumsal Ruhsal
Kalıtım (anne baba özellikleri)

Gebelik dönemi

Doğum

Beslenme

Hastalıklar

Doğal çevre

Bebeğin bakımı

Aile içi ilişkiler

Temel eğitim

Toplumsal çevre

Çalışma yaşamı

Doğal çevre

Temel güven, özerklik

Girişkenlik, beceri

Kimlik kazanımı

Yakın ilişkiler

Üretkenlik

Benlik bütünlüğü

İnsan, doğada kendisini biricik olarak gören bir varlıktır, ama bu biricikliği, çevresindeki diğer insanlar olmasa ya da içinde yaşadığı toplumda diğer insanların biricikliğine olanak tanınmazsa ne yazık ki bir yanılsamadan ibaret kalacaktır. Bütünün önemli bir parçası olduğunu unutmayan insan için ancak biriciklik olanağı söz konusudur. Çağımızın gücü önceleyen, anamalcı, yıkıcılığına yarışmacı, başkalarını kullanma ve sömürmeyi olağan karşılayan anlayışı, özsever ve değertanımaz insanların yetişmesinin önünü açmıştır. Gücü elinde bulunduran bu tip önderlerle güce tapar derecede edilginleşmiş uysal yurttaşların oluşturduğu toplumları sağlıklı saymak olası değildir. Eğer eğitim dizgesi ve ekinsel yapılanışıyla toplumsal örgüt, üyelerine yetenekleri çerçevesinde eşit yurttaşlık, eğitim, çalışma ve eğlenme fırsatları vermiyorsa, dünya toplulukları arasında yer alsa bile, o toplumun dayanıklı olduğu söylenemez. İç karışıklıklara ve kitlesel krizlere karşı oldukça dayanıksızdır. Yüzyıllardır savaşlar, salgın hastalıklar ve kaynak yetersizliği nedeniyle ölümler ve sıkıntılardan kurtulamayan uluslar incelendiğinde toplumsal yapının neden yukarıda söylenenler çerçevesinde kurumsallaşması gerektiği kolayca anlaşılabilir.

Yaşadığı toplumun siyasal, ekinsel ve ekonomik dinamikleri nasıl olursa olsun, bireyin de sorumlulukları vardır. İnsan varlığı, her ne kadar bedensel ve toplumsal etkileşimlerin etkisinde şekillense de bireyin özgür istenci ya da özgür kararları hep olacaktır. Belki de insanı diğer canlılardan ayıran en temel özellik budur: İnsan, çevreyle değişebilen ama çevreyi değiştiren de bir varlıktır. Bu değişim gücü, doğanın dengesini bozma, diğer canlıları bütünün tamamlayıcısı gibi değil de yalnızca beslenme ve eğlence aracı olarak görme, toplum sağlığını hiçe sayma, insanları yaşamayı hak eden, eğlenmesi gereken, çalışması gereken ve ölmesi gereken diye sınıflara ayırma şekline dönüşürse insan, tür olarak kendi kuyusunu kazmış olur. Doğaya bir şey olmaz. Doğa zaten yaratılışın kendisidir. Ama insan türü ortadan kalkabilir.

Kitlesel ya da küresel salgınlar insana her zaman bu dersi vermiştir. Ama insanoğlu ders almış mıdır acaba?

İnsan alışkanlıklarının esiri bir varlıktır. Çünkü milyonlarca yıllık varlık serüveninde edindiği alışkanlıklar sayesinde yaşamda kalabilmiştir. Diğer türler de öyledir. Canlı doğanın dengesi böyle kurulmuştur. Ama insan, endüstri devrimiyle daha belirgin olarak diğer canlıların alışkanlıklarını değiştirmeye başlamıştır. Kuşların yaşam alanlarını bozmuş, nehir yataklarını değiştirmiş, tohumların kalıtımsal yapısıyla oynamıştır. Egemenlik hırsları savaş taktiklerini bile değiştirerek nükleer, kimyasal ve biyolojik savaşla büyük kıyımların kapısını aralamıştır. Bir grubun elinde bulunan kitlesel savaş aracının denetimden çıkmasıyla ne tür felaketlerin ortaya çıkabileceğini anlamak açısından taçlı sargan salgını bir şans olabilir mi acaba?

Ülke yöneticilerini ve büyük yorumcuları dinlerseniz artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. ABD 11 Eylül ikiz kulelerin yıkımı olayının ardından artık dünya eskisi gibi olmayacak dedi. Evet eskisi gibi olmadı. Ortadoğu’da milyonlarca insan öldü ve devletlerin sınırları zorlandı. Ama korkutmacılık da (terörizm) yayıldı ve ülkelerin huzuru kalmadı. 1999’da Marmara bölgesini vuran şiddetli depremle bir gecede 20 binden fazla kişi inşaat yıkıntılarının altında can verdi. Yüzyılın felaketi dendi. Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu aylarca konuşuldu, deprem öldürmez, bina öldürür dendi. Ülkenin yapısal dönüşümü konuşuldu. Ama 20 yıl sonra Elazığ depreminde görüldü ki depremler hala öldürücü oluyordu bu ülkede. Tsunamiler, kasırgalar, hortumlar, uçak kazaları, sel felaketleri, hava kirliliğinden ölümler ve benzeri birçok felaket insanlara ders niteliğindedir. Ama kimler ders alıyor dersiniz? Ders alacak nitelikte eğitimli bireyleri olan, aldığı dersi uygulamaya geçirecek kararlılıkta idarecileri olan ve bütün bunların gerçekleşmesi için hukuk yapısı iyi işleyen toplumların ancak ders aldığını söyleyebiliriz. Yine sonuç, eğitime, toplumsal yapılanmaya, gücün toplum hizmetinde kullanılmasına geliyor.

İnsanın ruhsal yapısı güçlü görünmekle birlikte ciddi bir kırılganlığı da içinde barındırmaktadır. İnsanoğlu bedensel yapısının getirdiği küçüklüğü aklıyla aşarak dünyanın en büyük canlısı olmuştur. Akıl uçmuş, denizlerin derinliklerinde dolaşmayı bırakıp uzaya bile gitmiştir. Nerdeyse evrenin sınırlarını zorlamak üzeredir. Bununla beraber kendi zayıflıklarıyla da uğraşmaktadır. Doğanın ya da toplumun doğurduğu engeller karşısında ruhsal zorlanımlar yaşayan bireyin dayanıklılığı sınırlıdır. Bir kapsülün içinde aya gidebilen insan göremediği küçüklükte bir sarganın saldırısına karşı koyamayabilmektedir. Kuşkusuz ki bilim bu sarganın da aşısını ya da ilacını bulacaktır. Hastalık belki tümden ortadan kalkacak belki de HIV sarganında olduğu gibi tedaviyle bulaşıcılığı önlenecektir. Korkmaya gerek olmadığı açık. Peki insan neden korkuyor?

Yaşam ve ölüm insanın en temel dürtüleridir. İnsan yaşamak için vardır, yaşamak için gerekirse öldürür. Bu dürtüler bize önceki atalarımızdan kalmıştır. Yaşamı tehdit eden herşey insan için korkutucudur. Taçlı sargan salgını sınır tanımayan, uluslar üstü bir salgın niteliği kazanmıştır. Yalnızca Çin’de kalsaydı insanlık için bu kadar korkutucu olmayabilirdi. Yayılan bir ölüm sarganı yarın beni ve sevdiklerimi de tutabilir ve elinden kurtulamayabiliriz. Yaptığım tüm planlar alt-üst olacak, hayallerim gerçekleşmeyecek, geleceğe yatırımlarım anlamsızlaşacak, ben bir hiç olacağım. Kişiye bunları düşündürten nedir? Dünyaya o kadar bağlıyız ki (bu çok doğaldır) onu sarsacak en ufak bir tehdit korkutmaya yetiyor. Korku insanın enerjisini tüketir. Korkuyu besleyen en büyük etmense belirsizliktir. Ne zaman bitecek bu salgın? Ne zaman eski düzene döneceğiz? İşimiz ve kazancımız devam edecek mi? Arkadaşıma sargan bulaşmış bana da bulaşır mı? Bana bulaşırsa bağışıklık geliştirerek atlatabilecek miyim? Geçerse yineler mi? Gibi birçok yanıtı belirsiz soru insan usunu zorlamaktadır.

Us zorlanması, eğer kişinin benlik gücü yeterli ise, çeşitli savunma düzenekleriyle atlatılabilir. Örneğin, bu sırada kişi okuyamadığı kitapları okur, seyredemediği filmleri seyreder, görüşemediği arkadaşlarıyla görüşür, salgınla savaşan öncü kuvvetler olan sağlıkçılara değişik şekillerde yardımcı olur, sanal ortamda eğitim etkinliklerine katılır, yeni planlar yapar vb. Ancak benlik gücü yetersizse ne yazık ki ilkel savunma düzeneklerini kullanmak durumunda kalacaktır. Büyük olasılıkla yakınlarıyla tartışacak; idarecilere, hastalığa, sağlık dizgesine, işletmesine, işverenine küfür edecek, alışveriş yaptığı bakkalla tartışacak; fiziksel bir nedeni olmamakla beraber ağrı, uyuşma, karıncalanma, halsizlik gibi bedensel yakınmaları başlayacak; kendi olumsuz özelliklerini başkalarına yükleyerek onlar hakkında kötü konuşacak ya da onların kendisi için kötü planlar içerisinde olduğunu düşünecek; daha önceden düşünüp, cesaret edemediği için yapamadığı eylemleri gerçekleştirecek; alkol ve madde kullanacak ya da kullanımı artıracaktır.

Tasa-19 hastalık korkusu gerçeğe dayalı bir tepki olmasına karşın, salgının dünyadaki etkisi, ülkelerin salgın karşısındaki çaresizlikleri, basın-yayın organlarının abartılı değerlendirmeleri, uzmanların çelişkili bilgileri olayı olağan korku boyutundan çıkarıp, ne yazık ki, kaygı boyutuyla daha da karmaşık hale getirmektedir. Korku doğaldır ve insanların, bir şekilde korkuyla başetme donanımı vardır. Bireysel gücüyle ya da çevresinin desteğiyle birçok kişi korkuyu yenebilir. Ancak kaygının kışkırtıldığı bir ortamda insanlar çaresiz kalmakta ve uzmanlardan yardım arayışına girmektedir. Burada bir tehlikeden söz etmeden geçmemek lazım. Korku doğurma işi bilinçli olarak yapılan bir hareket mi yoksa insanlar, yönetimler, sağlık otoriteleri gerçekten çaresiz kaldığı için mi bunlar olmaktadır. Bunu şimdilik bilemeyiz. Yanıtını zaman verecek.

Küresel salgının etkilediği başka bir grup ruhsal sorunu olan insanlardır. Örneğin, şizofreni, iki uçlu bozukluk, panik bozukluğu, madde kullanım bozukluğu, hastalık kaygısı bozukluğu vb. hastalığı olan insanlar ne yapacak? Salgın günlerinde bütün sağlık kurumları tasa-19 tedavisine yönelmişken, bütün sağlık yetkesi her gün salgınla ilgili bilgiler vermek üzere halkın karşısına geçerken, bir sürü bilimci tasa-19’un tedavi olanakları ve olasılıkları konusunda konuşurken ruhsal bozukluğu olup tedavisini sürdüren hastalara ne olacak? Başka hastalığı olan bireyler nasıl ki bu dönemde ikinci derecede ilgi görüyorlarsa ruhsal hastalığı olan bireyler için de aynı durum söz konusudur. Bu durum yalnızca bizim ülkemizde değil bütün dünyada böyledir. Bu sorunun üstesinden gelmek üzere, bizim üniversitemiz de dahil, birçok kurum çevrimiçi görüşme, muayene ve tedavi hizmetlerine başlamıştır. Sağlık hizmetinin bütünlüğü, toplum sağlığı açısından her hastalığın tedavi edilmesinin önemi ve her hastanın tedavi olma hakkını kullanabiliyor olması olumlu bir gelişmedir. Nasıl ki iş dünyası sanal ortamda toplantılar yapabilmekte, önemli kararlar alıp uygulayabilmekte ise, sağlık kuruluşları da hastaların tedavisini sanal ortamda sürdürebilmektedir. Özellikle ruh sağlığı gibi alanlarda sanal ortam görüşmeleriyle ilgili yeni anlayışlar ve yeni uygulamaların geleceği beklenir. Meslek töresi bu açıdan da ele alınacaktır.

Ruhsal hastalıklar açısından bu dönemde iki alt grup çok önemlidir. Birincisi ciddi ruhsal hastalığı olan ve tedavileri aksadığında ciddi sorunlara yol açabilen hastalıkların tedavi önceliğini korumaya devam etmesi; diğeri de panik bozukluğu olan ya da hastalık kaygısı bozukluğu olan (hipokondriyazis) insanların bu dönemde artacak kaygıları nedeniyle tedavi olanağına kolayca kavuşabilmeleri. Bu iki grup hastanın ruhsal tedavileri özellikle aksamamalıdır.

Ruhsal açıdan hassas, kırılgan ya da rahatsızlığı olan bireylerin tedavisi için ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı ve ruhsal sağaltmanlar (psikoterapistler) yeterli hizmeti vermektedir. Bu uzmanlar için salgının öğrettikleri ve öğretecekleri vardır: Örneğin, bu uzman grubu çoğunlukla bireysel varoluş ve bireysel sorunlara odaklı olarak çalışmaya alışıktır. Ancak, salgın döneminde, kitlesel etkilenmenin önemini ve bireyin toplumsal ettirgenler (dinamikler) açısından da ele alınması gerektiğini daha iyi anladı. Ruh sağlığı çalışanlarının yalnızca tedavi edici değil aynı zamanda koruyucu sağlık hizmeti görevleri olduğunu fark etti. Yine ruh sağlığı çalışanları, ruh sağlığının sağlıklı toplumla birlikte sağlanabileceğini, dolayısıyla toplumun ruh sağlığı konusunda aydınlatılmasının önemini, bu açıdan kendilerinde sorumluluk olduğunu anladı. Hastalıktan etkilenen bireylerin daha sonra ortaya çıkabilecek sinirsel ve ruhsal rahatsızlıkları yeni bir öğrenme alanı olacaktır. Sinir hastalıkları ve ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanlarının önümüzdeki yıllarda yeni tedavi ve yaklaşımlar önereceği beklenir. Hastalık nedeniyle yakınını yitirmiş olan, yakının cenazesinde bulunamayan, toplantı yasakları nedeniyle geleneksel yasını tutamayanlar için de yas sürecinin gelecekte farklı biçimde yaşanması için yollar aranması beklenir. Uzamış ya da art-sorunlu yası olan bireyler için ruhsaltedaviler yapılacaktır. Tam iyileşmeyip hastalığın belirtilerini taşıyan insanlar da ruhsal sorunlar nedeniyle yardım arayışında bulunacaklardır. Sargan testi pozitif olup hastalanmamış olan ya da pozitiften negatife geçmiş ama sonra tekrar pozitif olmuş olan bireylerin sıkıntısı da ruhsal açıdan ilgi gerektirecektir. Başka bir olası tehlike de damgalanmadır. Sargan pozitif kişiler toplumun diğer bireyleri tarafından, bir zamanlar veba ve verem hastalığında, son yıllarda AIDS hastalarında olduğu gibi, damgalanmaya maruz kalabilirler. Eğer aşı ya da tedavisi bulunmazsa tasa-19 da hem ruh sağlığı uzmanları hem toplumsal kurumlar hem de politikacılar tarafından ilgilenilmesi gereken önemli bir alan olacaktır.

Buraya kadar anlatılanlar aslında gerçeklerle gerçeklik algısı arasındaki çelişkilerin doğurduğu sorunların önemli bir TASA kaynağı olduğunu göstermektedir. Bu tasadan kurtulmanın yolu bilimsel düşünme, toplumun doğru bilgilendirilmesi, abartmadan kaçınma, uzman tartışmalarıyla toplumun kafasını karıştırmama, topluma umut-güven-güvence verme, önlem ve tedavi açısından cömert davranma olacağını düşünmekteyim.

Yönetimler, darbe yemiş ekonomiler ve çatlamış birlikler için de yenilenme zamanı gelmiş gibi duruyor. Dünya ölçeğinde her türlü değişim beklenebilir. Kuşkusuz gelişmiş, zengin ve bilimsel donanımı güçlü olan ülkeler geleceğin belirlenmesinde daha etkin olacaklardır. Önemli olan bu değişimlerin insancıllık, toplumculuk ve çevrecilik ekseninde gerçekleşmesidir.

Yazıya başlarken Sartre’dan alıntıladığım cümle şöyle devam ediyordu: Yetişkinlerin yapacağı tek şey de çenelerini kapamaktır. Ben de uzmanların televizyon ekranlarında, bilim okur-yazarlık düzeyi düşük halkın önünde, alanda yeni çıkan çalışmaları tartışarak zaman kaybetmek yerine bilimsel araştırma ve en uygun tedavi uygulamalarını gerçekleştirmek üzere laboratuvarlara, hastanelere ve toplum sağlığı merkezlerine dönmeleri gerektiğini söyleyerek yazıyı tamamlıyorum.