Yürümenin felsefesi

P. Dilara Çolak Y
Yürümenin felsefesi

Frederic Gros, Yürümenin Felsefesi adlı kitabında filozofların yürüyüş pratikleri ve bu pratiklere dair fikirlerini aktarıyor. Filozofların pek çoğu düzenli yürüyüşler yapardı, örneğin aydınlanma dönemi filozofu Immanuel Kant her gün aynı saatte aynı rotada yürürdü. Hatta bu yürüyüşler öylesine düzenliydi ki, kasaba sakinlerinin saatlerini Kant’ın yürüyüş zamanına göre ayarladığı bile söylenir.

Fakat benim favorim, kitabın «Yürümek spor değildir.” adlı ilk bölümü. Şöyle diyor Gros; «Yürümek spor değildir. (...) Spor skor tutmaktır, zamanlaman ne? (...) âhlaki bir sistem, bir iştir spor. (...) Oysa yürürken takdire şayan tek şey gökyüzünün parlaklığı, manzaranın görkemidir. Yürümek spor değildir. Bir kez ayakları üstünde dikildi mi, olduğu yerde kalamaz insan.” Çünkü yürümek bize özgürlük sağlar; bazen özgürlüğü hatırlatır, bazen özgür olmak için yürürüz. Birbiri ardına gelerek, klişe bir benzetmeyle, bizi içine çeken kara delik zihinden kaçışa imkanını sağlıyor yürümek. Karantina döneminde pek çok insanın boğuştuğu en büyük problemlerden biri beden dört duvar arasında kapana kısıldığında zihnin istenmeyen curcunasının altında eziliyor oluşumuzdu.

Çünkü herhangi bir sorun baş gösterdiğinde ayağa kalkmak, dışarı çıkarak yürümeye başlamak aslında bize o soru(n)ları erteleme özgürlüğü sağlar. «Yürümek bizi alıp yaşamın düşey eksenine yerleştirir; arzularımız ve dürtülerimiz ayaklarımızın hemen altındaki sele kapılıp gider.” Beden hareket ettiğinde ve bu hareket Gros’un da söylediği gibi skor, plan ve kontrolü amaçlayan bir spor olmadığında, en başta kişiye kendisinden kaçışın imkanı sağlıyor.


Yüce kavramı

Bu harekete geçme hali bana başka bir kavramı daha hatırlatıyor, yüce kavramını. Yürürken kimi zaman yaban, kimi zaman ise doğanın zerafeti karşısında hayranlık yaşıyoruz. O zaman orada kim olduğumuzun önemi kalmıyor; yüceye tanıklığımız dolayısıyla sonsuzluğun parçası olduğumuzu hissediyoruz. İşte bu insanı alt üst eden türden bir tanıklık sanıyorum. Kant’ın yüce deneyimi olarak adlandırdığı bu durum, bütün insanlığın ortak paydada buluştuğu ve bu imkânla birbirini anlamaya en yakın olduğu an. Bu yüzden Kant ona “sensus communis» (ortak duyu) adını vermişti.

Doğanın güzelliğinin farkına vararak yaşanan estetik hazza ulaşmak için hiç bir çaba harcamak zorunda olmayışımız da aslında konuyu daha da ilginç bir hale getiriyor. Ormanda yürümek, Caspar David Friedrich’in Bulutların Üstüne Yolculuk adlı resmindeki gibi bir dağın tepesinde durmak veya gün batımını izlemek kültürün teknolojinin yarattıklarına kıyasla ne kadar da az çaba gerektiriyor! Böyle düşünüldüğünde bazen ihtiyacımız olan tek şeyin nerede olduğumuzun gerçekten farkında varmak olduğunu hissediyorum. “Güzellik, bize insanlığın olup olmadığını öğretir. Böylece biz insanlığı biliriz.” demişti Schiller de. Belki de güzeli görebildiğimizde çözülecektir bütün düğümler.

İki gün önce ne kadar yürüdüğüm hangi hatta yürüdüğüm ve daha ne kadar yürümem gerektiğini bilmediğim, sadece ayaklarımın isyanından pek fazla zaman geçmiş olduğunu anladığım bir an geldi ve kesinlikle bir çeşit özgürlük hissini beraberinde getirmişti. Sonrasında Gros’un satırlarını hatırladım, «Yürürken biri olmama özgürlüğünü yakalarız, çünkü yürüyen bedenin tarihi yoktur, o sadece hareket halindeki kadim yaşamdır.»

Bedenin hareketinde zihnin hareketinde olmayan başka bir farkındalık var; zihin, zaman ve mekândan uzaklaştırırken beden tam da o zaman ve mekânın farkındalığına getiriyor gibi. Oturduğum çalışma masasında bir soru veya sorun üzerine düşünürken zihnimde giderek derinleşen çukurda uzay - zamanı kaybediyorum çoğu zaman. Oysa bir zihin olduğu kadar, hatta bir zihinden bile önce bir beden olarak var olduğunu hatırlamak gerek.

Bedenin hareketinde özgürlük var. Bu yüzden belki de Friedrich Nietzsche’nin de dediği gibi Kutsal Tin’e karşı işlenen en büyük günah yerinden kıpırdamamaktır.

P. Dilara Çolak

Bu yazı HBT'nin 277. sayısında yayınlanmıştır.

P. Dilara Çolak