32.000 senelik mesaj bize ne söylüyor?

P. Dilara Çolak Y
32.000 senelik mesaj bize ne söylüyor?

Son yıllarda Türkiye’de sanat ve kültür tarihine karşı istikrarla sürdürülen bir savaş var. Bir tarihi eserin tarihselliğinin ne anlama geldiğinin ya da bizim için gerçek değerinin ne olduğu konusu üzerine yeterince konuşulmadığını düşünüyorum.

“Kültür, (sanatı da kapsar bir biçimde) doğanın yarattıklarına karşılık, insanoğlunun yarattığı her şeydir.” der Karl Marx. İnsan, bir beden olarak doğanın yasalarına tabii olmasına karşın akılsal bir varlık olarak doğa yasalarından bağımsız eyleme olanağına sahiptir. İnsanın özgür isteme ile kendine keyfi amaçlar belirlemesi ve bu keyfi amaçları gerçekleştirmesi yoluyla kültür üretilir. İhtiyacımız olandan fazlasını, gerekli olanın üstünü üretmek istiyoruz. İlkel topluluklardan kalan bir mızrağın üzerindeki estetik süslemeler gibi. Düşününce o süslemelere aslında hiç gerek yok. Ama oradalar. O halde diğer canlılardan farklı olarak insanı temel ihtiyaçları değil, ürettiği kültür “insan” yapıyor.

Ayasofya tartışmaları vesilesiyle tarihi eserlerin bizim için değerinin ne olduğu üzerine düşündüm. Böylesi bir sorgulama beni 1500 seneyle sınırlı kalmayarak insanlığın, ve dolayısıyla kültür tarihinin, başlangıcına dönmeye yöneltti.


1994 yılında keşfedilen Fransa’da yer alan Chaveut Mağarası’ndaki ilkel çizimlere dair 2011 senesinde çekilen bir belgesel var, adı “Unutulmuş Düşler Mağarası”. Adı kadar kendisi de etkileyici olan bu belgesel, Fransa Kültür Bakanlığı’ndan özel bir izinle çekilmiş. Nitekim mağaraya ziyaretçilerin girişi yasak. Yalnızca bilim insanlarından oluşan küçük bir ekip mağaranın içerisine girerek üç boyutlu kameralar aracılığıyla bu belgeseli hazırlamış. Bilim insanları mağaranın içerisinde bulunan çizimlerin 32.000 senelik olduğunu keşfetmiş. Tam tamına 32.000 sene! 20.000 yıl önce yaşanan bir erozyon mağaraya girişi bütünüyle kapatarak çizimleri korumuş ve sonucunda böylesi bir zaman tüneli oluşmuş.

Mağaranın bir duvarı kırmızının farklı tonlarında onlarca el iziyle kaplı. Araştırmacılar el izlerinin biçimi ve duvarda ulaştığı seviyeye bakarak o kişilerin fziksel özelliklerine dair çıkarımlarda bulunuyor. Aralarından bir tanesinin diğerlerinden ayırt edilmesini sağlayacak bir özelliği var: Serçe parmağı yamuk. Bu parmak yamukluğu herhangi birini, belirli bir kişi olarak tanımlayabilmemize yol açıyor. O artık bizim için hakkında bir şeyler bildiğimiz biri ve bu devasa mağaradaki el izlerini takip ederek onun hareketlerini canlandırabiliyoruz.

32.000 yıl önce yaşamış o kişi nasıl biriydi? Neler düşünüyordu ve en önemlisi o el izlerini bize neden bıraktı?

Sanıyorum o da anlamlandırmak, bilinmek, hatırlanmak ve dünyaya bir iz bırakmak istedi. “Ben de buradaydım!” diye seslenerek. Hepimizin yaptığı gibi.

Kültür, hayatı anlamlandırma dili

O yüzden bu mağaradan itibaren bütün tarihi düşündüğümüzde, aslında kültürün doğadaki yaşam deneyimimizi anlamlı hale getirmek için yarattığımız bir dil olduğu ve değerini de tam da bu olarak kazandığı açığa çıkıyor. Çünkü tek meselemiz hayatta kalmak değil, aynı zamanda hayatı anlamlandırmak. Ve bu anlam arayışı 32.000 seneden beri hepimizi aynılaştıran yegane şey.

Bu yüzden bir tarihi eser ile karşılaştığımda ben orada insanlığın “ortak” macerasının bir resmini görüyorum. Dil, din, ırk gibi ayrımlar olmaksızın. Ve bu ortak tarihin farkındalığına imkan veren şey olarak eser deneyimleri, insanlığın geleceğine dair umut beslememe yol açıyor. Nitekim bu eserler aracılığıyla insan öncelikle bir türün parçası olduğu bilincine varacak, başkalarına kendinden yola çıkarak değer yükleyecek ve son raddede onlarla anlaşmanın zeminini bulacaktır. Bir umut…

Bu şekilde bakıldığında türsel farkındalığın anahtarı ve anlaşmanın zemini olan kültüre karşı sürdürülen bu savaşın neden yapıldığı şimdi daha açık değil mi?

P. Dilara Çolak


Bu yazı HBT'nin 229. sayısında yayınlanmıştır.

P. Dilara Çolak