Anlam üzerine denemeler

Makaleler Öne Çıkanlar

Prof.Dr. Hilmi Uysal
Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı

Katıldığım bir felsefe toplantısında terör sorunu kişilerin anlam arayışında olmaları biçimde ele alınıyordu. Anlam arayışı olarak tanımlanan kavram “insanın anlam verme zorunluluğu” olarak ele alınsaydı “ anlam arayışı” kavramı, “ insan nasıl anlam veriyor?” sorusuna dönüşecekti ki bunun ancak yaşadığımız dönemdeki problemleri kavramamızı sağlayacak bir pencere olacağı kanısındayım. Bunun dışındaki bakış açılarının aslında birer duvar olan pencere görünümündeki yanılsamalar olduğunu düşünüyorum.

Richard Dawkins ünlü kitabı “Gen Bencildir”de diyor ki “Biz hayatta kalmaya programlanmış makinalarız-genler diye bilinen bencil moleküllerin devamlılığını sağlamaya körü körüne programlanmış robotlarız”. Ben bu cümleyi insan için şöyle okuyorum; Biz insanlar anlam üretmeye programlanmış makinalarız-anlamlar üreterek genler diye bilinen bencil moleküllerimizin devamlılığını sağlamaya körü körüne programlanmış beyinler taşıyoruz.


Pencerenin dışına çıkıp evrene açık bir zihin ile baktığımızda göreceğimiz; varlığın bir “amaç” veya “anlamı” olmadığıdır. Ancak insan olmak, olabilmek için bir varlık olarak insanın “anlam yaratan” bir beyne sahip olması gerekiyormuş gibi görünüyor. İnsan olma sürecimiz anlam yaratan bir beyne sahip olmamızla sonuçlanmış olmalıdır. Her ne olursa olsun “anlamlar” üretmek zorundayız. Etik ile ilgili kavramlarımızın bile bu anlam yaratma zorunluluklarımızın sonuçlarından birisi olduğu kanısındayım.

Anlam evreni “nesneler” evrenindeki şeylere birer “temsil” fonksiyonunun oluşturulması ile başlıyor. Eğer böyle bir “temsiller evreni” yaratma yeteneğiniz var ise o zaman temsiller evreninden yeni bir temsiller evreni de yaratabilirsiniz. “Temsillerin temsilinden” oluşan yeni evreninizin içinde olanların bir alt kümesini “anlamlar evreni “ olarak tanımlanabilir. Ancak burada bir değişim fonksiyonu çıkıyor ilginç biçimde; anlamlar evreni nesnelerin temsil evreninin bir alt kümesi olmasına rağmen, alt kümenin değili olan “anlamsızlar kümesi” “temsiller evreni” nin bir parçası olarak “anlamsızlık gibi bir anlam” ile anlamlar kümesinin içinde olabiliyor. Yani aslında temsillerin temsili evreni “anlam” gibi bir kavram ile “anlamlar evreni”ne dönüşüyor (Şekil 1).  Bu dönüşümün gerçekleştiği yerin beyin olduğundan artık bir kuşkumuz yok. “Temsiller evreni” nin ve “temsillerin temsili evreni”nin konuşlandığı tek bir yer var; Beyin. Beyinin yok olması ile bu temsil evrenleri de yok olmakta. İnsan beyninin diğer canlı beyinlerden en önemli farkı “temsiller evreninden” yeni bir temsiller evreni yaratmasıdır; “anlamlar evreni”!. Artık ilk basamak temsillerden sonra, temsillerin temsili ile “anlam kümesini” oluşturduğunda beyninizde bir alt küme değil bir “anlamlar evreni” yaratmış oluyorsunuz. Çünkü “anlamsızlar kümesi” anlamlar evreninin bir alt kümesi oluyor; “Anlamı olmayanlar” anlamıyla tanımlananlar kümesi. Bu süreç öylesine etkileyici bir dönüşümdür ki J. Gleick’in aktarımı ile söylersek insanlar uydurduğu terimlerin ve onların içerdiği bilinmezliğin sorumluluğunu üstlenmek zorundadır. Sorumluluğu üstlenmekten kaçınıldığında anlamın nesnelerde var olduğu, nesnelerin anlamlarını da kendilerinde taşıdığı/içerdiği yanılgısına düşülmektedir. Bir parça bezin bağlanması ile ağaç bambaşka bir nesneye dönüşebilmekte, hiç olmadığı özellikler kazanabilmekte, bir giysi, bir duvar, bir ağaç parçası, bir taş yüzlerce insan için değeri ölçülemez nitelikler taşıyabilmektedir.  Dennetin sözleriyle,  şimdiye kadar dünyayı kavramada zihinsel olarak kazandığımız savaşlar “..henüz kazanmış olmadığımız savaşın yanında gayet önemsiz kayıyor; anlama dair herhangi bir evrimsel açıklama bulma savaşı…”. Bunu bir savaşa benzetmekten yana olmasam da insanın bu cüreti göstereceği kanısındayım çünkü insan anlamlar evreninin yaratıcısı olarak kendine verdiği anlamı da sorgulayandır.

Şekil 1

~2~

Biyolojik varlığın ne olduğu basit bir soru gibi görünse de üzerinde epey düşünülecek sorulardan, hatta bilim dünyasındaki temel tartışma konularından birisidir. Örneğin Corona virüs bir canlı mıdır? Biyolojik varlığın yani canlının ne olduğu konusunda çok sayıda tanımla karşılaşmak mümkün. Canlı sözcüğü Farsçadan geçmiş olan "can" sözcüğünden türemiştir. "Can" yaşama, yaşam anlamındadır. Buna sahip olanlar ise canlıdır, yani "yaşayan"dır (TDK).  Organizma ise  Yunanca'dan, organismos sözcüğünden gelmektedir ve  yaşamın özelliklerini somutlaştıran herhangi bir bireysel varlığı tanımlar. "Yaşam formu" ile eşanlamlıdır. Canlı üreme, büyüme ve gelişme, devamlılığını koruma ve uyaranlara bir dereceye kadar tepki verebilen yapıdır(https://www.britannica.com/science/life/Life-on-Earth). Ancak bu tanımlar temel olarak dilbilimsel tanımlamalardır. Yaşamak ne demektir? Yaşam nedir? gibi ardışık bir çok soruyu çağrıştıran tanımlardır. Canlı nedir sorusuna fizyolojik, metabolik, biyokimyasal, genetik, termodinamik vb. gibi çok farklı disiplinler açısından farklı yanıtlarda verilebilir. Biyoloji bilimi açısından baktığımızda da canlı ve cansız varlıkların ayrımında zorluklar olduğunu söyleyebiliriz. Hatta yapısal olarak baktığımızda canlı ve cansızlar arasında, hiçbir fark bulunmaz olarak da düşünülebilir. Belki de en kapsayıcı tanımlama biyolojik varlıkların bütünlüklerini aktif olarak koruyabilen ve düzenli bir organizasyona sahip varlıklar olduğudur.  Biyolojik varlıklar enformatik varlıklardır. Yani çevreleri ile bilgi formlarına dayanan bir ilişki içindeki varoluşlardır. Canlıların varoluşları informatik süreçlere bağımlıdır. Buna dayanarak biyoinformatik özellikler taşıyan varlıklara canlı diyebiliriz.  Cansız varlıklar bilgiye dayanan yapılar değillerdir, varoluşları için informatik süreçlere gereksinimleri yoktur. Taşın varlığı açısından ışığın varlığı/yokluğu, gece veya gündüz bilgisinin bir önemi/belirleyiciliği yok iken bir ağaç için ışığın varlığı/yokluğu bilgisi yaşamsaldır. Cansız organizasyonlarının bütünlüğü gerek kendisinden gerekse de çevresinden elde ettiği bilgiye/bilgi formlarına bağlı değildir. Biyolojik varlıklar bütünlüklerini aktif olarak koruyabilmek için enformasyona, yani bilgi formlarına gereksinim duyarlar. Bu enformasyon formları örneğin ışığın varlığı yokluğu, organik ve inorganik moleküllerin dağılımı, ortamdaki proton miktarı, ortamdaki ısı dağılımı, vb. gibi tamamen kimyasal veya fiziksel özelliklerin çeşitli algoritmalarla algılanması olarak tanımlayabiliriz. Bu farklı bilgi formları girdi olarak yapının bütünlüğünü sürdürmede (örneğin membran potansiyelinin korunması gibi) işlev görürken yapının farklı çıktılarının da temeli olmaktadır.  Bakteriler, hücreler ve tüm organizmalar çevresi ve kendisiyle ilgili içsel ve dışsal değişimleri değerlendiren ve belirli bir algoritmaya bağlı olarak tepki verebilen yapılardır. Bütün bu etkileşim biyolojik yapılarda enformatiktir, yani bilgi formlarını içerir. Bu enformatik süreç sürdürülemediğinde yapısını koruyamaz ve de bütünlüğü bozularak varlığı son bulur, yani ölür.

Tek hücreli yapılar enformatik yapılar ise çok hücreli yapıların “çoklu enformatik” yapı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.  Çok hücreli canlılardan sadece hareket eden hayvanlar grubunda çoklu hücreler arasında merkezi bir yapının oluştuğunu görüyoruz; Sinir sistemi ve ardından beyin. Beyin bilgiyi, davranışı ve eylemi örgütleyen bir merkezdir. Beynin bilgiyi kullanma-olay- rastlantıyı üretme, yeni seçimler yapma ve karar yeteneği de işte bu düzeyde kendini gösterir. Beynin temelini oluşturan biyolojisinin evrimsel bir geçmişi vardır, milyonlarca yıl süren çok uzun bir geçmişin ürünüdür. Bir bireyin öznel deneyimi olan beynin ürünü olan “zihin“ ise gerek bireyin içine doğduğu toplumun, özellikle o toplumun geçmişi, yani insanlığın geçmişi, türün geçmişine ait temeller olmadan, evrimsel geçmişinin ışığı olmadan,  anlamak, bilebilmek, açıklamak mümkün değildir.

Nesnelerin işaretlerinin, temsillerinin beyin tarafından yeniden üretilmesi oldukça karmaşıktır ve nörobilimin uğraştığı temel alanlardan birisidir. Örneğin “kalem” kalemdir ancak kalemin beyindeki temsili artık kalem değildir. Hele bu temsillere “kalemlere” anlamlar verdiğinizde öznel olarak her seferinde yeniden üretilmektedirler. İnsan beyni kalem simgesi düzeyinde kalsaydı “anlam” doğmazdı. Kalem simgesi/temsili yazı yazmak bağlamında veya başka birçok yeni bağlamda temsiller oluşturularak anlamlandırılmaktadır.

Bir çok çıktı yanı sıra insan beyninin temel çıktısı anlamlardır. İnsan beyninin ulaştığı düzeyin diğer türlerin beyinlerinden farkını yaratan bu özelliğidir. Kalbin kanı pompalamasın zorunlu olması gibi insan beyni anlamlar oluşturmak zorundadır. Pompalanacak kan yoksa kalbin de bir işlevi olmayacağı gibi anlamlar yaratmasaydı var olan beyniyle insandan da söz edemeyecektik. Dört odacıklı insan kalbi nasıl tek odacıklı öncül formlarından evrildi ise anlam üreten insan beyni de çok hücreli öncül atalarının beyinlerinden evrilerek bugünkü yüksek işlem kapasiteli haline geldi. Çok hızlı koşamıyoruz, keskin dişlerimiz yok, görme keskinliğimiz, işitme yeteneğimiz sınırlı ancak anlamlar oluşturabilecek bir beyine sahibiz. Yarattığımız anlamların etrafında toplanarak sosyal grup yapımızı koruyabildiğimiz mücizevi bir araç ediniyoruz. Nesnelerin tek tek veya tüm olarak bir amacı ve anlamı yok iken onlara anlamlar verebilen bir beynimiz var. İnsanın varoluşu anlam üretme özelliği olan bir beyine sahip olmasına bağlıdır. İnsan beyni anlamlar üretmek zorundadır.

Daha önceleri evren ve nesnelerin “kendinden” varoluşsal anlamsızlığı kimi felsefeciler tarafından tanımlanmıştı. Budizm anlamın olmadığını nihai hakikatin, anlam yokluğunda, anlamsızlığında yattığı fikrini savunuyor ya da buna hoşgörü gösteriyordu ancak bu öğretilerde anlaşılamayan ve de dolayısıyla anlatılamayan beynimizin anlam üretmek zorunluluğu idi. İnsan beyninin seçilimsel gücü anlam üretebilmesiydi ve doğal seçilimin sonucuyladır ki beynimiz anlam üretmek zorundaydı. İki ayaklılıkla ilgili seçilim baskısı ardından beliren beyinleşme süreci/ kafatası ve kranial boşluğun büyümesi ile birlikte yeni gelişim süreçleri ellerimizin kullanımı ve bedenimizin parçaları haline getirdiğimiz doğal çevremizi değiştirme, taşlar, aletler üretebilme süreci birlikte seyretti. Doğayı kavramak ve kavradığını aktarmak zorunda olan sosyal bir varlık olan atalarımızın beyinleri de bu sürecin lokomotifi oldu. Bu dönüşüm daha sonra dile dönüşecek beyindeki düzenlemeler eşlik etti. Bu süreç henüz dil öncesi ancak bellek, işitme ve görme ile bağıntılı yeni beyin bölgelerinin “anlam” oluşturmasını sağlayan beyin bölge ve bağıntılarının oluştuğu değişimdi. Bugüne getiren sürecin başlangıcıydı bu.  Bizlerin beyinleri anlamlar üretebiliyor, üretmeseydi/üretmeseydik varoluşuna/varoluşumuza, seçilimine ters düşerdi/düşerdik.

Felsefede çeşitli biçimlerde ortaya çıkan anlam kavramı kadar ilgi uyandıran başka bir konu zor bulunur. Semantik (Anlambilim)  sözcüklerin nasıl olup ta bir anlam kazandığına ilişkin bir yanıt bulmaya çalışsa da halen alınması gereken epey yol bulunmaktadır. Hele de “hayatın anlamı” gibi kadim konularda filozofların evrensel düşüncenin yardımıyla çözüm bulmada zorlandığını söyleyebiliriz.  Felsefecilerin karşısındaki bu güçlüğün üstesinden nörobilim gelebilecek gibi görünüyor.

~3~

Anlam vermeyi nasıl tanımlarız veya kategorize edebiliriz ki bir bireyin/türün/toplumun “anlam” verme yeteneğinin var olup olmadığını söyleyebilelim?

Anlam vermek, içeriğinde, özünde olmayan bir niteliğin, içkin olmayan bir özelliğin, karakterin, dışarıdan o nesneye, o bireye, o olaya verilmesi olarak tanımlanabilir. Anlam burada fenomenolojik bir olgu gibi anlaşılmakta, görülmektedir. Ancak biliyoruz ki fenomenler de aslında birer anlam yüklü kavramlardır. Ancak neyse ki burada kalmıyor, fenomenolojik bu tanımlamanın biyolojik karşılığına ulaşabiliyor ve giderek daha iyi kavrayabiliyoruz.

Beyinin temel yapı taşı olan hücrelerimiz, nöronların, algımızı oluşturan duyusal sistemlerle oluşturduğu bağıntı ile bizlere gerek bedenimizdeki gerekse de çevremizdeki dünyayı temsile dayanan bir ilişki kurmamızı sağlıyor. Tüm reseptörlerimiz (alıcılarımız) ile algıladıklarımızın (ses, ışık, koku, dokunsal, tatsal)  beynimizin belirli bölgelerinde temsil edildiğini büyük bir ayrıntı ile biliyoruz. Bu temsil iç ve dış dünyamızın bire bir olmasa da belirli ölçüde bağımsız  karşılığı olacak düzeyde olduğunu görmekteyiz. Örneğin yüzümüz, elimiz, bedenimiz somatosensöriyel duysal alanda homunkulus olarak tanımlanan çarpıtılmış bir beden olarak temsil edilmektedir (Şekil 2). Bu ilk temsiller ki duysal alıcılardan sonra birkaç adımda dönüşüme uğramış olsalar da beyindeki son durakları olmuyor. Buradaki nöronal desenden beyinin daha karmaşık bağıntılarının olduğu ikincil ve üçüncül alanlarına aktarılan bir bağıntı dizgesinin başlangıcı oluyor bu ilk temsil alanları. “Temsillerin temsili” alanları artık sadece bir tek duysal girdiye ait sorumluluklar almıyor, çok sayıda farklı duysal alanlardan gelen bağıntılarla zenginleşen yeni temsil alanları oluşturuyorlar. Hatta artık bu düzeyde algıladıkları nesne ve olgularla olan bütünsellikleri de değişiyor farklı niteliklerini farklı nöron gruplarına aktararak (örneğin bir çiçeğin rengini farklı nöron grupları, kokusunu başka nöron grupları, yapraklarının desenlerini farklı nöron grupları, dikey veya yatay dallarını, uzantılarını başka nöron gruplarına aktararak)  ilk temsil ile neredeyse hiçbir benzerliği kalmayan bir bağıntılar desenine dönüşüyorlar. Canlıların her birinin beyninde bu birinci temsil alanları bulunmakta ve filogenetik sıralamadaki düzeyine göre tüm beyin içindeki oranı yukarıdan aşağı doğru artmaktadır. İnsan beyninde ise birincil temsil alanları beynin tümüne göre oranladığınızda en düşük düzeye inmektedir(Şekil 3). Bedenine göre en büyük beyin oranına sahip bir tür olarak insan, beyindeki birincil temsil alanlarının oranı en küçük olan canlıdır. Beynimizin önemli kısmını ikincil, üçüncül temsil alanları oluşturmaktadır, yani temsillerin temsili alanları. İnsan beyninin diğer canlı beyninden temel farklılıklarından birisini bu özelliği oluşturmaktadır. Diğer bir temel farklılık ise frontal lobun oransal büyüklüğü, temporal, parietal ve frontal bağıntıların zenginliği ve kuvvetidir.  Frontal lobu zedelenen hastalardan biliniyor ki hem tümevarım, hem de tümdengelimsel işlevler için sağlam frontal loblar özellikle de sağlam bir lateral prefrontal korteks gerekir. İnsan beynini özel kılan şey bizim sahip olduğumuz ama hayvanların şu ya da bu ölçüde sahip olmadığı bir özellik değildir. İnsan beynini özel kılan şey, onu kendisi için inşa ettiği semboller ve işaretler evreninde yolunu bulmaya emsalsiz derecede uygun kılan, temsillerin temsili dönüşümüne olanak veren, beyin bölgelerinin orantısal/yapısal değişimi sonucunda ortaya çıkan beceriler bileşimidir. Anlam vermek, anlam yaratmak beynimizin nöronal ağ ve bağıntıları aracılığıyla gerçekleştirdiği temsillerin temsili sürecinin ürünü simgesel düşüncenin bir sonucudur.

Şekil 2

 

Şekil 3

~4~

Anlam bir başkasına aktarabildiğimiz simgedir/temsildir. Gerçek dünyanın temsillerinden bir temsiller dünyası yaratıyor beynimiz. Ancak bu nesnelere karşılık gelen temsiller (nöronal karşılıkları var) sadece size, o beyine ait ve o beyine özgü temsiller/simgeler oluyor (Şekil 4). Dolayısıyla “gülün kokusu” sadece size ait. Sizin için bir “kırmızı gül” var. Benim “kırmızı gülümün” sizin için nasıl olduğunu bilmem mümkün değil çünkü benim temsillerimin temsillerinden oluşuyor ve o temsil sürecini, grubunu size aktarmam mümkün değil. Ancak bu temsili başka birisine aktarabileceğim bir temsile/simgeye çevirmeyi başarabiliyor beynim ve işte “anlam” da o işlemle doğuyor. “Kırmızı gül” artık beynimdeki algının temsili/simgesidir ve bu başkasına aktarabileceğim hale dönüşüyor. “Kırmızı gülü” kelimelere çevirdiğimde, çizdiğimde veya boyadığımda artık o bir temsilin temsilinin temsilidir, yani sanattır. O zaman anlıyorum ki benim algımla özdeşlik taşıyan bir anlam/temsil ile karşı karşıyayım ve o artık “paylaştığım anlam”dır.

Şekil 4

Paylaştığımız/paylaşabildiğimiz anlamlar eklemeli şekilde diğer beyinlerde de paylaşılarak yeni yeni evrenlere dönüşüyor. Çünkü insan toplumsal bir varlıktır ve beynimiz diğer insanların beyinleri olmadan bugünkü ulaştığı işlemsel düzeye/zihne sahip olamazdı. Beynim anlam oluşturan süreçlerle nöronal bağıntıyı nasıl kuruyorsa aktarırken de karşımdakinin beyninde benzer nöronal bağıntı örüntüsünü aktarmış oluyor.  Bende temsillerin temsili süreci ile oluşan nöronal bağıntı örüntüsünü anlam olarak aktarabildiğimde benzer nöronal bağıntı deseni karşımdaki bireyin beyninde de oluşuyor olmalı. Aktarılan aslında sembole dönüşmüş bir bağıntılar desenidir. Nesneleri gerek kendi başlarına gerekse bir bağıntılar kümesi içinde adlandırabilme yeteneğimizin karşılığıdır bir ölçüde bu. Kalem deyince yazdığımız nesneler kümesinin bir elemanı olarak onu ele alabilmemiz oldukça gelişmiş bir işlemdir. Konuşma bozukluğu olan ve anlamsal işlevleri etkilenen hastalarda konuşmanın sözcükleri bulma, doğru eşleştirme yeteneklerinin nasıl etkilendiğini gördüğümüzde bu üst temsillerin etkileniminin belirtilerini görmekteyiz aslında. “Kırmızı gül”  dediğimde artık o nesneyi değil onu temsil eden bir nöronal bağıntı desenini dil aracılığı ile karşımdakine aktarmış oluyorum (Şekil 5). Gerek anlamlar oluşturabilmek gerekse de anlamlar aktarabilmek için bilinç düzeyinin belirli bir seviyede olması gerekiyor. Sadece kendisinin ve çevresinin farkında olması yetmiyor. Bilincimiz açık iken, belirli bir seviyede iken anlamları aktarabiliyoruz.

Şekil 5

İnsanı yüceltmek veya alçaltmak değil, artık insanı anlamak gerek. Tüm canlılar dünyasında insanın tek ayrıcalığı “kendini anlama çabasını gösterebiliyor” olmasıdır. Yani kendisine anlam veriyor olmasıdır. Elbette insanın kediyi, köpeği, gülü, bülbülü, taşı, toprağı da anlaması gerekiyor. İnsanın yaşamsal zorunlulukları onun çevresini, doğayı kavramasını gerektiriyor. Hatta insanın bir nesne olarak kendini anlama çabasından çok daha önce kedinin, köpeğin, gülün, bülbülün çevresini kavradığı düzeyde yaşamı tanıması/bilmesi gerekiyor.  Ancak insanın insanı yani bir ölçüde kendini anlaması kedinin kendisini, köpeğin kendisini, bülbülün kendisini anlamasından daha mümkün. İnsan beynindeki temsillerin temsilinden oluşan dünyası, insanın yaşamı, doğayı açıklama ve ona anlam verme, onu anlama olanağı veriyor.

Bir beynin diğer bir beyindeki temsillerin temsillerinden oluşan dünyayı kavrayıp kavrayamayacağı sorusu sorulabilir. İnsanlığın bu soruyu soracak bir düzeye gelmiş olması insanlık için çok büyük bir aşamadır. Soruyu sorabilen bir zihin o soruyu çözümleyecek, yanıtı araştırabilecek, kavrayabilecek bir düzeye gelmiş demektir. Ancak bu sorunun da kolay olduğu anlamına gelmez. İnsan sadece genetik/biyolojik bir varlık değildir, insan psikolojik, sosyolojik, ekonomik ve aynı zamanda da anlam yaratıcısı bir canlıdır.

Beyinde birincil duyuların temsili ile ikincil, üçüncül işlemler sonrası temsil arasında niteliksel bir fark olmalıdır. Beynin özel bölgeleri etkilenmiş olgularda gözlediklerimiz çok öğretici oluyor bu gerçeği kavramakta. Görme yeteneği bozulmadığı halde beyindeki özel lezyona bağlı olarak görme alanındaki nesneleri kavrayamayan, onları fark edemeyen olgular bu üst temsillerin etkilenmesi ile gelişiyor. Bu her üçlü, çoklu işlemler nöronal bir süreç olarak gerçekleşiyor olsa da ilki çevresel uyarıma, dış dünyaya birebir bağlılık gösterir. Birincil temsiller dış dünya/iç dünya girdileri birebir bağlaşıklık, zamandaşlık ve bir ölçüde algılayandan göreceli bağımsızlık gösterirken ikincil ve türevsel ardışık temsiller artık dış dünya ile bağıntısının gücünü kaybeder. Dolayısıyla çoklu nöronal ağ içinde ateşlemelerin bağıntısı sanki artık bağımsız ateşlemeler için uygun hale gelir ve özerk ateşlemeler gibi bir evren/süreç yaratır. Düşünsel süreçler bir fenomen olarak bu türevsel işlem basamaklarına karşılık geliyor olmalı. Anlam yaratma süreci de bunların en son basamağı olarak görünüyor. Yani nöronal işlemler sürecinin en yüksek türevsel karşılığı “anlam”dır denilebilir. Bir sonraki nesile aktarılabilen genlere benzetilerek oluşturulan kavram “memler” de diğer bireylere aktarılabilen düşünsel birimlerdir ve anlamlar dünyasının alt kümesi olarak kabul edilebilir. Nöronların türevsel diliyle ilgili (nöronal kodlama) inceleme yöntemleri bulmamız niteliksel farkı tanımlayacak bir gözlem yöntemi geliştirmemiz yukarıdaki soruya yanıt verebilmemiz için zorunludur. Ne mutlu ki nörobilimin bu konuda attığı adımların sesini artık daha kolay duyabilir hale geldik.

Kaynaklar

  1. Jean-Pierre Changeux, Etiğin Doğal Kökenleri,Çeviri:Nermin Acar, Sarmal Yayınları, 2000.
  2. Richard Dawkins, Gen Bencildir, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Çeviri: Asuman Ü. Müftüoğlu,Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu, 2001.
  3. Susan Blackmore, Conversations on Consciousness, Oxford University Press,2006.
  4. Steve Stewart-Williams, Darwin, Tanrı ve yaşamın anlamı, Çeviri:İbrahim Hoca, Say Yayıncılı, 2010.
  5. Pinker, S. (2010). The cognitive niche: Coevolution of intelligence, sociality, and language. Proceedings of the National Academy of Sciences , 107, 8893-8999.
  6. Danıel C. Dennett ,Darwin’in Tehlikeli Fikri, : Çeviri: B. Kılıç, A. Eper, Alfa Yayıncılık, 2014.
  7. James Gleick, Enformasyon, Çeviri; Ümit Şensoy, Optimist Yayın Dağıtım, 2014
  8. Sagan, D., Sagan, C., Margulis, L.; https://www.britannica.com/science/life/Life-on-Earth.
  9. Stanislas Dehaene, Consciousness and the Brain, Penguin Group, New York, 2014.
  10. Stanislas Dehaene, Bilinç ve Beyin, Çeviri: Sibel Sevinç, Alfa Yayıncılık,2018.
  11. John S. Allen, Beynin Yaşamları: İnsan Beyninin ve Zihninin Evrimi, Çeviri: Devin Keleş, Alfa Yayıncılık, 2015.
  12. Giosué Baggio, Meaning in the Brain, The MIT Press , Cambrige,2018.
  13. Mark Richard, Meanings as species, Oxford Universtiy Press,2019.
  14. Peter Hagoort, The meaning-making mechanism(s) behind the eyes and between the ears, Phil. Trans. R. Soc. B 375: 20190301.http://dx.doi.org/10.1098/rstb.2019.0301, 2019.