Yıllardır"Türkiye nereye?" sorusunu tartışır olduk. Görüş birliği sağlanamadığı gibi, yorumlar sürekli değişiyor. Çoğunluk, tutulan yolun bir uzlaşma ve barış yönü olmadığını söylüyor. Sorunları biliyor, belki eleştirilere hak veriyor ama oyunu değişmiyor. Uykuyla uyanıklık, bilinç ile bilinçaltındaki hesaplaşmalarda kendimize sormalıyız: "Peki ama neden?"
Birden fark ettim ki korkuyoruz dağları bekleyen korkulardan... Sahip olduğumuz şeyleri kaybetmekten: Siyasal iktidarı, anayasal muhalefeti, gelirimizi, saygınlığımızı, kredili konutumuzu, rahatımızı, güvenliğimizi, son model arabamızı, akıllı telefon ve saatimizi, ailemizin varlığını. Kısacası, çağdaş bir tüketim toplumu olduk, umut ve hayallerimizi kaybetmekten korkuyoruz…
Siyaset yapanlar, yaşanan korkuları sürdürmek ve pekiştirmek için işbirliği yapıyor. Yönetimin sözcüleri oyunu bana ver yoksa bugünü çok ararsın diyor. Muhalefet cephesi oyunu bana ver, yalan, dolan ve talan düzenini yöneten ve destekleyenlere hesap soracağım, diyor. Seçmen yurttaş tarafları dinliyor, belki hak veriyor ama oyunu pek değiştirmiyor. Çünkü kime oy verse, değişen düzende sıranın er geç kendisine geleceğini görüyor. Yağma düzeni tükeninceye değin varlığımı sürdüreyim, sonrası Allah Kerim diyor, Kerim’in kuyusu derin olsa da...
Medyada çağdaşlıktan, bilimden ve teknolojiden söz edenler akıllı ve dengeli görünmeye çalışıyor. Zaman ve mekânda ülkenin birlik ve güvenliğini değil, kısa vadeli kişisel çıkarlarını, ailesini ve yarınını düşünüyor. Yalnız geleneksel toplumlarda değil sanki bütün dünyada beşeri kaygılar ortak bir korkuya dönüşüyor.
Batı, bu korkuları akıl ve bilimle aşmaya çalışıyor ama kolay değil. Politika ustası Süleyman Demirel, her sözünü tutmasa bile, "Kim ne veriyorsa benden 5 fazlası" deyip seçim kazanmıştı. Korku salmadan umut vererek yönetmiş; darbe yıllarında %5 büyüme sağlanmıştı.
Refah toplumunun tartışıldığı yıllarda, Roma Kulübü’nün yaptığı Ekonomik Büyümenin Sınırları araştırması dilimize çevrilmiş (1978), ama beklenen ilgiyi görmemişti. Oysa bu rapor, birey ve toplumların kısa vadeli çıkarlarına önem verdiğini, zaman mekânda kişiden ırak veya uzak olanlara, olacaklara ilginin hızla azaldığını belgeliyordu.
Doğal kaynakları sınırlı, küçük bir uzay gemisi olan dünyamızda, ekonominin sürekli ve sınırsız büyümesi mümkün değildi. Sovyetler Birliği’nin dağılması, küreselleşen dünyaya pazarlanan tüketim ekonomisinin bunalımlara çözüm bulamaması, bilimsel kaygıları doğrulamıştı. İktisatçı Galbraith, Refah Toplumu (1985) eserinde, başarısız kapitalizm ve komünizmin yerini alacak yeni bir dünya düzeni önermişti. Japonya’dan sonra uyanan ve büyüyen Çin yeni bir orta yol deniyordu.
Gerçek şu ki çoğu kültür ve uygarlıklarda, doğayı evcilleştiren insan, kendini yönetecek düzeni hala bulamamıştı. Yüksek teknolojik oyuncaklarla oynayıp oyalanıyor, belki teknolojiyi evcilleştirecek bir yol yordam arıyor. Gerçekleri görmekten, üzerine varmaktan çekiniyor, hatta korkuyordu. Medyada, yurttaşlık hukuku, başkanlık, dokunulmazlık, demokrasi konuları var ama korku sorunu yok…
Uzakdoğulu bilgelerin binlerce yıldır savunduğu uygarlık, doğaya üstünlük taslamak değil, doğa ile uyumlu yaşamaktır.
Uçsuz bucaksız evrenin bir zar kadar ince yaşam küresinde yalnızız. Boticelli’nin Geçmişten Geleceğe tablosu ve sanatçı Gauguin gibi, nereden gelip nereye gittiğimizi soruyoruz. Japon şairin dediği gibi:"Her şey yerli yerinde, geçip giden biziz."
Neden korkuyoruz acaba, hayat adını verdiğimiz dünyada insanca ve özgürce yaşamaktan?
Bozkurt Güvenç