Sokrates’in yanılgısı: İnsan bazen bile bile yanlış yapar

P. Dilara Çolak
Sokrates’in yanılgısı: İnsan bazen bile bile yanlış yapar

Koronavirüs salgını ya da kapımızdaki diğer büyük felaket iklim değişimine ilişkin bilimin sunduğu veriler açık: Salgın bu hızda devam ederse bir ay içerisinde 30.000 kişiye bulaşacak! Ya da, 20 sene sonra dünya geri dönülemez bir noktaya ulaşacak!

Bu verilerin yeterince açık ve kesin olmasına karşın yeterince dikkate alınmıyor olması yalnızca insanların konuya dair bilgisizlikleri ile açıklanabilir mi? Sanmıyorum. Bilimsel veriler insanın anlam ve değer dünyasında yer edinerek her zaman doğru eylemde bulunmalarını sağlamaz. İklim krizi ile ilgili fikri sorulduğunda Donald Trump’ın “Ben iklim krizine inanmıyorum.” deme hakkını kendinde bulması gibi. Sokrates’in iyimser iddiasının aksine, doğruyu bilmek doğru eylemek için her zaman yeterli olmuyor. Çünkü dibimizdeki krizleri avaz avaz bağırarak bize işaret eden bu bilimsel verilerin bazı insanlar için hiç bir ‘anlamı’ yok. Kimileri bildikleri halde büyük bir kayıtsızlıkla eyleme geçmemeyi tercih ediyor.

Bu da konuyu başka bir açıdan ele almamız gerektiğini gösteriyor. Bence asıl mesele bilgi değil; anlam eksikliğinde. Ve biliyoruz ki anlam yaratmak bilimin sorumluluğunda değil.


Kriz anlarında yaşanan duyarsızlığı anlam eksikliği ile ilişkilendirerek düşünürken Martin Heidegger’in ‘ontik’ ve ‘ontolojik’ arası yaptığı ayrımı anımsadım. Özetle Heidegger, bilim gibi varolanlara dair nesnel, betimsel bir inceleme yapan disiplinlerin ontik; Varlığa dair fenomenolojik, hermeneutik, varoluşsal bir perspektifle inceleme yapan felsefenin ise ontolojik bir etkinlik olduğunu söylüyordu. Bilimi ve felsefeyi hem nesnesi; hem de yöntemi bakımından ayırıyordu.

Bence sorun, ya da daha doğrusu eksiklik işte buradan kaynaklanıyor. Hayatımızı kuşatan sorunları yalnızca ontik açıdan ele almamızdan. Salgından tutun iklim değişimine değin bizi bekleyen çeşitli krizlere dair yayınlar çoğunlukla nesnel betimleyici olmakla sınırlı. Yalnızca ölü sayıları, hastane kapasiteleri, ilaç ve gıda stoklarını konuşuyoruz. Ya da istiflenen kolonyaların fahiş fiyatlarını. Salgın hastalık bizim için sayılara indirgenmiş durumda. Tüm bunların, insan varoluşu ya da insan türü için anlamına pek az değiniliyor.

Böyle bakıldığında başa gelmeyene kadar ölüm nedir ki?

Sözlükte bir insan, bir hayvan veya bitkide hayatın tam ve kesin olarak sona ermesi olarak tanımlanır ölüm. Buna karşın dilde ölümün ne olduğunun açıklanması, insan için ölümün ne anlama geldiği sorusunu yanıtlamaz. Nitekim bugün hala soru sorma tarzlarımız hala Antik Yunan kökenlidir. Ve Sokratik diyaloglarda sıklıkla gördüğümüz Grekçe “-ti esti to?” (-nedir bu?) sorusu, yalnızca terimleri tanımlamaz; aynı zamanda o şeyin insan için ne anlama geldiğini de sorgular. O halde “Ölüm nedir?” sorusu, “Ölümün insan için anlamı nedir?” sorusunu da beraberinde getirir. Bu soru hayatın olumsallığının ve zamanın sonluluğunun bilincine ulaşmamızı sağlar. Ve böylelikle tüm eylemlerimizi kuşatır.

Bu yüzden özellikle kriz anlarında “Nedir?” ile “Anlamı nedir?” soruları arasındaki varoluşsal farkı gözeterek düşünmemiz gerektiği kanaatindeyim. “Koronavirüs pandemisi nedir?” sorusu ile “Koronavirüs pandemisinin anlamı nedir?” soruları şüphesiz ki farklı sorulardır.

Salgın hastalıkların insanlık için ne anlama geldiğini felsefi olarak da ele almak zorundayız. Çünkü gencinden yaşlısına salgının ciddiyetini önemsemeyen insanların nasıl bir tavır takınacaklarını sadece ne ölçüde bilgiye sahip oldukları belirlemiyor. Yaşam ve ölüm ile kurdukları anlam ilişkisi belirliyor. Felaketleri algılayış biçimlerimizin özünde ölümün bizim için anlamının ne sorusu yatıyor. Ölümü ilahi bir emir olarak görerek ya da yaşam motivasyonunu kaybetmiş umutsuz insanlara hastalıkla ilgili nesnel veri sunarak, onların toplumun sağlığı için doğru eylemde bulunmasını sağlayamazsın. Yineliyorum, bazı insanlardaki bilgi değil; anlam eksikliği. Bu yüzden bireyselliğin ve kaderci pesimizmin aşıldığı yeni bir anlatıya ihtiyacımız var. Bu yeni anlatının kurulmasında felsefeciler ve sanatçılara büyük görev düşüyor.

P. Dilara Çolak

Bu yazı HBT'nin 211. sayısında yayınlanmıştır.

P. Dilara Çolak