Doğu Akdeniz’de balık mı yoksa petrol mü önemli?

Öne Çıkanlar Toplum

Coğrafya tarihi belirler denir hep. Bizim coğrafyamıza baktığımızda da bu görülür. Yunanistan ile inişli çıkışlı ilişkiler, savaşlar, kavgalar, acılar ve tarihsel travmalar…

Son yıllardaki ilişkilerimizdeyse Doğu Akdeniz’de karasuları, kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik bölge tartışmalarına odaklandığımızı görürüz.

Okyanus bilimleri çalışan yabancı meslektaşlarım bana “Meis Adası nerede?” diye soruyorlar çünkü haritada yerini bulamıyorlar. Türkiye’ye 2 km, Yunanistan’a ise 570 km uzakta olan küçücük 11.8 km2 yüzölçümü olan bir ada diye cevaplıyorum.


Harita 1 - Meis adası ve Anadolu sahillerine uzaklık, metre olarak.

Bu kadar küçük bir adanın 15.500 km2 deniz alanı olabilir mi? Evet, çok garip ve aşırı bir talep diyerek tartışma kapanıyor.

Gerçekten de 10 metrenin altında 30 adet küçük balıkçı teknesi olan adanın yıllık su ürünleri av miktarı 250 ton kadar. Yani, bu küçücük adaya verilmesi istenen kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge, bu adanın kendi balıkçılık gücünün çok üzerinde. Karşı kıyıda ise Muğla’dan Hatay’a 20 milyonluk nüfus ve 1577 km’lik Akdeniz’e uzun bir sahili olan ülke Türkiye var.

Bu adil bir sınırlandırma önerisi, paylaşımı veya bölüşümü mü? Tabi ki değil. Deniz sınırlandırmalarındaki, başta coğrafyanın üstünlüğü ve ana karanın önünü kapatmama ilkeleri yok sayılmış. İspanya’nın Sevilla Üniversitesi’nden deniz coğrafyacılarının 2007 yılında hazırladıkları Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) haritasını tartışıyoruz. Her sokağından adeta üniversite fışkıran Türkiye’deki bir üniversitenin böyle bir harita ortaya koyamaması ise başka bir tartışma konusu.

Esasen MEB kavramının ve alanlarının ortaya çıkışı balıkçılık alanlarının belirlenmesiyle ilgili. Zaten bunun için de adı “Ekonomik Bölge” diye geçiyor. Ama biz balık değil petrol konuşuyoruz.

Türkiye, özgün ekolojik nitelikleri nedeniyle Doğu Akdeniz’de 2013 yılında Finike Denizaltı Dağları gibi geniş bir alanı “Özel çevre koruma bölgesi” ilan etti. Aslında bu gelişme Akdeniz’de biyolojik çeşitliliğin korunması için iyi bir başlangıç. Çünkü, “Mavi çöl” olarak bilinen ve biyolojik olarak verimsiz olan bu denizde geniş bir alanın korunması çevresine de faydalı olacağından (spill over) bu bölgedeki biyolojik verimi artıracaktır. Tabi başta yasadışı balıkçılık ve kirlenmeye karşı uygun koruma tedbirlerini almak kaydıyla. Bu ilan etme işlemi nedense bu güne kadar bir türlü Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından başta Barselona sözleşmesi sekretaryasına ve diğer uluslararası kurumlara bildirilmedi, hep çekingen davranıldı ve üzerinden tam 7 yıl geçti. Ayrıca, bu bölgeyle ilgili araştırma projeleri de yapılmadı. Yönetim planı ise zaten yok.

Harita 2 - Finike denizaltı dağlarının coğrafi yeri

Diğer bir husus ise Akdeniz Mantar Denizaltı dağları (Erastotanes) olarak bilinen deniz alanı ise 2006 yılında bütün ülkelerin onayıyla Akdeniz Balıkçılık konseyi tarafından (GFCM) hassas türlerin bulunması nedeniyle koruma altına alındı ama aynı alanda uluslararası petrol şirketleri petrol arama ve çıkarma için izin aldı... Yani açıkça uluslararası yasaları ihlal ettiler ama bu uluslararası kamuoyunun pek umurunda olmadı.

Harita 3 - Akdeniz denizaltı dağları (Eratosthenes)

Acaba bu şirketler Amerikan sularında veya Hollanda’da, mesela Kuzey Denizi’nde böyle bir uygulama yapabilir miydiler? Doğu Akdeniz’de uluslararası şirketler veya ülkeler çevresel etki değerlendirmesi zorunluluğuna aldırmadan petrol ruhsatı alıp deniz dibini delik deşik edip milyonlarca yılda oluşan canlı hayatı tarumar edebilirler miydi? Yok milyonlarca m3 petrol ve doğal gaz varmış! Yok şu kadar dolar edermiş! Yok Yunanistan’ın bütün borcunu ödermiş, yok savaşı Merkel durdurmuş!...

Ne olursa olsun yabancı petrol şirketleri zamanı gelince giderler ama biz Akdeniz’de kalıcıyız. Ve bu denizin korunması bize ağır bir sorumluluk yükler. Ayrıca petrol çıkarırken 2010 yılında Meksika Körfezi’nde olduğu gibi bir petrol platformundan petrol sızması halinde ilk etkilenen ülkenin Türkiye olacağını da bilmemiz lazım.

El değmemiş kumlar, sahiller, kayalar, deniz kuşları, kaplumbağalar, bütün canlılar perişan olacak. Böyle bir kazanın veya sabotajın bu kadar radikal örgütün cirit attığı bölgemizde olmayacağını kim garanti edebilir. İngiliz petrol şirketi BP hala Meksika Körfezi’nde kirlenen kıyılar için yerel halka tazminat ödüyor ama hiçbir şey eskisini yerine getiremiyor.

Bu açgözlülüğü, gözlerini kör eden para saplantılarını, doğayı hiçe saymayı ve bölge halklarını hiçe sayan anlayışı sorgulama zamanıdır. Bize düşen maviyi, indigo mavisini, Akdeniz’imizi korumaktır. Kirli bir denize kim girer? Hangi turist gelir? Kaç canlı türü yaşar? Nasıl balık tutulur? Deniz ve kıyılarımızın %10 kadarını deniz koruma alanı ilan etmezsek aç kalacağız. Su canlıları bitti bile...

Denizi ve suları kirlenmiş bir ülkenin sadece şimdiki değil, gelecek kuşakları da bundan olumsuz etkilenir. Biyogüvenlik kaygılarının arttığı bir dönemde Akdeniz’de hakkaniyet dışı yapılacak bir deniz sınırlandırılması bizleri gıda güvenliği açısından zor durumda bırakır. Çünkü gelecekte besin elde etmek için denizlere daha çok bağımlı olacağız. Son salgın gösterdi ki petrol fiyatları düşüyor, ama gıda, yani balık fiyatları yükseliyor...

Televizyonlarda her gece gevezelik eden, savaş naraları atan ve her şeyi bilen tayfanın konuya bir de böyle bakmalarında fayda var. Ne dersiniz? Savaşa değil barışa fırsat vermeliyiz. Mustafa Kemal’in “Savaş zaruret değilse cinayettir” sözünü hatırlayarak...

Bayram Öztürk

*Bu yazı, HBT Dergi 231. sayıda yayınlanmıştır.