1980’lerde üniversite öğrencisi olmak

Lale Akarun Y
1980’lerde üniversite öğrencisi olmak

Üniversiteye 1980 yılında girdim. Kayıt günü 12 Eylül 1980’di. Evet, darbe günü. Kayıt ertelendi; geç bir tarihte yapıldı; Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Mühendisliğinde öğrenciliğe başladım. Şehir o zaman kampüsten kopuktu. Her şeyden uzak, sisler içinde rüya gibi bir kampüste okuduk. O dönemlerde öğrenciler kendi bölümleri dışından daha çok ders alırdı. Hocalarımız dünyayı görmüş insanlardı; ruhumuza, aklımıza pencere açtılar.

İnternet yoktu pek tabii ki. Telefonlar jetonluydu; o da kısıtlıydı, şehirlerarası arama için telefon “yazdırılırdı”. Yazdırdıktan sonra telefonun başında bazen saatlerce beklenirdi. İnanması güç ama, tüm üniversitede tek bir bilgisayar vardı. Tüm mühendislik öğrencileri FORTRAN programlama dili ile programlama öğrenirdi. Programlarımızı delikli kartlara delerdik. Bir kart, bir komut. Kartları arka arkaya koyunca, bir deste kart, bir “iş” olurdu. Değişik kişilerin işleri arka arkaya sıralanır, kart okuyucuya verilirdi. Okunduktan sonra, öğrenciler kartlarını geri alabilirdi ama binlerce kartın içinde bulması zor olurdu; onun için kartlarımızın yanına renkli kalemlerle ismimizi boyardık. Ancak hepimiz programlama öğrendik; bu hepimize iş hayatında olsun, araştırmada olsun kapılar açtı.

Mezun olduk; sınıf arkadaşım Cem Ersoy ile evlendim. Elektrik mühendisliğinde yüksek lisans programına devam ettik. Tez hocamız Bülent Sankur, müthiş bir vizyona sahip, dünya çapında bir bilim insanıydı; bilgisi de, öğrencilerden beklentileri de sınır tanımazdı. Onun sayesinde sınırlarımızı zorladık. Kendi bilim disiplinlerimiz dışında hocalarla tanıştık: Dilbilimci hocalarımız Sumru Özsoy, Eser Taylan. Bize başka pencereler açtılar.


Bellek çok çok az, ses yok

Kişisel bilgisayarlar yoktu; sunucu bilgisayarlar da çok sınırlıydı. Tezlerimizi Yusuf Tan hocamızın laboratuvarındaki PDP-11 bilgisayarı ile yaptık: Türkçe sözcük tanıma. Uzay yolu gibi bir şey. Tabii ki şimdiki gibi bilgisayarlar üzerlerinde mikrofonları ile gelmiyordu; sesi algılayacak, analogdan sayısala çevirecek kartı da kendiniz imal ediyor; bilgisayarın bu cihazdan veri alması için gerekli yazılımı da bilgisayarın makina dilinde kendiniz yazıyordunuz.

Bilgisayarın hafızası şimdikilerin milyonda biri kadardı. 12 bitlik ses örneğini iki byte şeklinde saklayıp dört bit ziyan etmek yerine iki örneği üç byte kullanarak saklamak için taklalar atıyordunuz. Bunları yapsanız bile birkaç saniyelik bir ses örneği bilgisayarın belleğine sığmıyordu.

Benim tezim Türkçenin dilbilimini kullanarak yöntem geliştirme, Cem’in tezi de öznitelik çıkarma, hizalama, sınıflandırma için o zamanın gelişmiş yöntemleri ile çalışan bir Türkçe sözcük tanıma sistemi geliştirme. Mikrofona “üç” diyordunuz, başlıyordu. Amaç, bildiği 18 kelimeden hangisi olduğunu bulmak. Ancak aklında bu 18 kelimeden sadece üçünü tutabiliyor; onun için ilk aşamada ilk üç kelimeyle karşılaştırıyor. Bir süre sonra, disket değiştir diyor; disketteki veriden ikinci üç kelimeyi okuyor. Bu epey bir tekrar edip 45 dakika geçtikten sonra, şanslıysanız, ekrana “üç” yazıyor. Bazen “beş” de yazabiliyor! Tezlerimizi sunduk, sonuçları 1986’da bir konferansa gidip sunduk, araştırmanın tadını aldık; doktora yapmaya karar verdik.

Türkiye dışa kapalı bir ülkeydi. Uzun süre de öyle kaldı. 1986’da, TOEFL sınavına girecek öğrenciler, sınava giriş ücreti olan 26 dolar için bankadan “permi” alırdı. O da ne derseniz, 26 dolar satın almak için izin. Örnek test almak için 3 dolar daha vermek gerekiyordu. Onu alabilmek için araya tanıdık banka müdürü sokmak gerekmişti. Yurtdışına gitmek kadar, yurtdışından bir şey getirebilmek de zordu.

O zorluklar içinde, üniversitemizin kütüphanesi büyük bir nimetti; kitaplar yanında, süreli yayınlara da aboneydi. Yurtdışında okumuş, bunun yolunu yordamını bilen tanıdığımız yoktu; ama kütüphanemizde yurtdışındaki okulların katalogları için özel bir bölüm vardı. Onları okuyarak, el yordamıyla başvuru yaptık; yine postaneler, permiler, kabul edildik, New York’a gittik.

Yurtdışında okumaya başlayınca farklı bir dünya ile karşılaşsak da, anladık ki o kısıtlı imkanlarla, dışa kapalı bir ülkede, Boğaziçi Üniversitesindeki hocalarımızdan dünya standartlarında bir eğitim almışız.

Bunu sürdürmek görevimiz; itirazlarımız da bunun için.

Lale Akarun / [email protected]

Bu yazı HBT'nin 351. sayısında yayınlanmıştır.

Lale Akarun