Aaaa, iklim mi değişiyormuş? Ne kötü şey!

Orhan Bursalı
Aaaa, iklim mi değişiyormuş? Ne kötü şey!

Değişim Düzce’yi mi vurdu, yoksa vurdumduymaz siyasetçiyi mi?

Görülmemiş yağış ve sel Düzce’yi vurdu. Bilançoya bakın: 7 ölüm, 474 bina hasarlı. Daha önce de Karadeniz’in çeşitli illerini, Rize’ye, Trabzon’u, Bolu’yu İç Anadolu’da çeşitli kentleri, Ankara’yı, İstanbul’u... Hemen hepsinde ölümler var.

Şüphesiz, olağanüstü hava durumlarının şiddeti etkisi de olağanüstü olur. Hele yerleşim yerleri bu olağanüstülüğe hazırlıklı değilse, kayıpları büyük olur.


Mesele yağış ile ilgili değil: İklim değişikliğinin dünya çapında sonuçlarını yaşıyoruz. Türkiye de derin etkilenen ve daha çok etkilenecek ülkelerin arasında.

Aaa, iklim mi değişiyormuş!

Bu konuya merakınız nedir bilmiyorum, politika üzerine bazen çok boş konuşma ve tartışmalardan, ülkeyi ve dünyayı sarsan bu gelişmeleri her halde "aaa susuz kalmışız, binlerce kişi ölüyormuş ne oluyor ayol" sözleriyle karşılayacağız. Ve önümüze dönüp boşluklara devam edeceğiz. Kuzey kutbu çatıp çatır gidiyormuş, güneyde de buzullar kopup sulara karışıyormuş, umurunuzda mı? Alpler'de neredeyse hiçbir buzulun kalmaması?

Aşırı sıcaklar 200 yıldır görülmemiş şekilde artıyor. Paris’te 42 derece, Alaska’da bile 16 derece ölçümler var.

Nature ve Nature Geoscience’da yayımlanan ve kapsamlı tarihsel verilere dayanan son üç büyük bilimsel çalışma, yaşadığımız “sıcaklık değişimlerinin, hız ve yaygınlık bakımından son 2000 yılda yaşanan en büyük iklim değişikliği olduğunu gösteriyor.”

Aşırı sıcaklar öncelikle yüzbinlerce yaşlı insanı etkiliyor, 10 yıl kadar önce Fransa’da birden 20 bin kadar insan hayata veda etmişti.

Yeni normal

İklim değişikliğinin ivmesi artıyor. Herkese Bilim Teknoloji dergisinin 19 Temmuz 173. sayısının kapak konusu “Daha sık ve yoğun sıcak dalgalarına hazırlanın” idi. Artık mega sıcaklık dalgalarından bahsediyoruz. Dergi konuyu sürekli gündemde tutuyor. Dünyada sıcaklı artışının 1,5 derece ile sınırlandırılması çalışmaları sonuç vermiyor. Bu artışın 2 dereceye çıkması büyük susuzluktan bahsedeceğiz.

Bu haziran ayı ortalama sıcaklığı, geçen 200 yılın ortalamasının 2 derece üzerindeydi…

Mesele salt sıcaklık değil. İklimi düzenleyen sistemin rayından çıkması. İnsan eliyle bu kez iklim değişikliğinin tetiklenmesi ve fosil yakıtlardan vazgeçecek kimsenin olmaması.

Ekonomik faaliyet, nasıl ve ne tür olursa olsun çok iyi, vazgeçilmez, ama insan yaşamı gezegen yaşamı 50 yıl sonraki nesiller... Bize ne?

Bugüne, tüm geleceği feda etmeye hazır bir dünyada yaşıyoruz.

Doğan Kuban, HBT’deki yazısında umutsuzca soruyor: "Yok oluş olasılığı korkusu insanlığı iyiliğe yönlendirebilir mi? Ne yazık ki toplum bu tehdidi ciddi olarak algılamıyor. İnsan türünün 100 yıl içinde yok olacağını haber veriyor bilim insanları... Peki ne yapacağız?”

Kent plancılığı sıfır

Artık yeni normal, iklim değişikliğinin hemen her alanda derin etkilerini yaşayacağımız olağanüstü olaylardır. Bu olaylar öyle kırk yılda bir olmayacak, neredeyse her yıl olacak, bölge bölge vuracak, yıkacak, öldürecek, selde boğulacağız, susuzluktan öleceğiz, ve de açlıktan... Ve bir noktada da ip tamamen kopacak. Kıyamet!

Yeni normal, yeni salgın hastalıklar, yeni ve büyük sağlık sorunları da demek. Ve orman yangınları!

2018’de 2000 yılına göre 157 milyon daha çok insan sıcak hava olaylarına maruz kaldı (Lancet). Bu milyara doğru koşuyor!

Kuban, kent plancılığının sıfır olduğunu yazıyor. Ne kadar haklı!

Kentler, bu tehlikeye karşı yeniden yapılanmalı. Sellerin basması beklenmeden ne kadar yanlış bina varsa yıkılmalı, doğanın afetini beklemeden… Ankara’nın böyle bir bakışı yok. Belediyelere büyük iş düşüyor.

Onların böyle bir derdi var mı?

Orhan Bursalı

***

HBT yazarı Ali Akurgal, yukarıdaki yazıya bir eleştiride/katkıda bulundu. Önemi nedeniyle olduğu gibi aktarıyoruz:

Yangın söndürme mi, yangın çıkmayacak tasarımlar mı?

Orhan Bey,

Bugünkü yazınızın son cümlesi başlıkta.

Meslek yaşamımın ilk 20 yılı tasarımcı olarak, izleyen 15 yılı yönetici olarak, ardından 15 yıl daha tasarımcı olarak çalıştım. Tasarımcılık esas işim. Ama yönetici olduğumda, yazınızda sözünü ettiğiniz ve “onların böyle bir derdi var mı?” diye sorduğunuz konuya odaklandım. Bizde yönetici, “sorun çözen adam” olarak tanımlanır. Onun bunun hatası veya işin doğal akışı ortaya bir sorun çıkar, bu sorun, süreçlerde yazılı olmadığından çözüm reçetesi de yoktur, yöneticinin görevi, yeni bir çözüm üreterek sorunu savuşturmaktır.

Doğru. Yönetici bunu yapmalı.

Ama bana yöneticilik eğitimi verdiklerinde bir grafik çizdiler. Dikey eksen, işin önemi, yatay eksen ve önceliği idi. Bu alanı dörde böldüler. Sol altta önceliği düşük ve önemi az olan, sağ üstte de hem hemen çözülmesi gereken hem de çok önemli sorunlar yer alıyordu. Sonra bana dediler ki, sorunlara çözüm üretirken, en önemli ve en öncelikli olanı ilk ele almalısın. Kazancı az olan önemsiz işlerle ve bir süre daha devam etse şirkete çok yük getirmeyen sorunları bırak sürsün.

Bu yabancıda da böyle, bizde de böyle.

Yöneticiye “itfaiyeci” görevi biçiyorlar. Bir yerlerde yangın çıkacak, yönetici bu yangınları en önemli ve en çabuk müdahale etmesi gerekenden başlayarak söndürecek.

Bu bana “eksik” geldi.

Bence yöneticinin görevi, yangın çıkmasını engellemek. Büyük bir iletişim şirketindeki yöneticilik serüvenimin son 5-6 yılını, yangın söndürmekten çok, yeni yangın çıkmasını önleyecek düzenlemeler yapmaya harcadım. Yangın söndürmeye, bana bağlı yöneticileri yolladım ve ben iş yapma sürecine odaklanıp, “yeni yangın çıkmaması için yeni yapılar” oluşturdum.

Yazınızda ele aldığınız iklim değişikliği karşısında CHP’nin büyükşehir belediye başkanlarının “yapmaları gereken” yapısal değişiklikler, benim yöneticilik serüvenimde yaptığım gibi yeni yangın çıkmasını engellemek tanımlamasına giriyor. Bina yıkmak, gereksiz gibi görünen bastıran sel boyutundaki yağmur suyunu barındırıp, yavaş yavaş salıveren yer altı nehir yatakları / barajları oluşturmak ve benzeri. Bunlar halk tarafından görülmeyecek veya bina yıkımları nedeniyle tepki çekecek olaylar.

Örneğin hafriyatı sırasında ben çok rahatsız oldum ama, benim 150 metre uzunluğundaki sokağımın 4 metre altına 2,5 metre iç çapında boru döşediler, 700 tonluk bir sarnıç oluştu. Bu boru, dibi tam deniz seviyesinde, denize 50cm iç çaplı bir boru ile bağlı, buraya da civardaki tüm yağmur suları akıyor. Bir yer altı rezervuarı. Yağmur buraya doluyor, sonra yavaş yavaş denize akıyor. Çoğu insana sorsanız, “bu yapıya harcanan paraya yazık” der. Ama bu ve benzer birkaç yer altı rezervuarı sayesinde, yağmurda Mercan bölgesinde su hemen kaybolur ama olduğu gibi denize akmaz. Yavaş yavaş akar.

Sözün özü, iklim değişikliği ile mücadele etmek, buna karşı önlemler almak saraydakini hiç ilgilendirmez. O, bir felaket olduğunda bunun yaralarını sarmakla görevli düşünür kendini. Önlem almak, Büyükşehir belediye başkanlarının görevi sayılır ülkemizde. Düzce gibi kasaba belediye başkanlarının da gücü yetmez, “Çevre Bakanlığı”nın da kılı kıpırdamaz. Çevre Bakanlığı itfaiyeci. Büyükşehir belediyelerini kazanmış olan CHP’lilerin ortaya koyacağı “görünmeyen yapısal önlemler”, anlayan açısından müteşekkir kalınacak hizmetlerdir. Ama iklim değişikliği ve bunun getirdiği “felaket”leri tanrısal buyruk (takdir-i ilâhî) olarak algılayanlar için ise gereksiz uğraş ve masraf olarak tanımlanacaktır. CHP’li belediye başkanlarının işi zor.

Bizde, kim akıl etmiş veya muhtemelen Fransızlar'dan kopya çekmişse, bir binanın projesinde itfaiyenin onayı vardır. İskan belgesi alınabilmesi için ise gene itfaiyenin onayı gerekir. İtfaiyenin, bir yangın çıktığında kaçış yolları açısından yeterli olup olmadığına, bina yapılırken ve bittiğinde yerinde inceleyerek onay vermesi gerekir. Kağıt üzerinde itfaiyecilere “yangın çıkmaması için önlemler” dikte etme görevi de verilmiştir. Bu açıdan itfaiyeciler, yukarıda anlattığım dar kapsamdan daha geniş görevlere sâhiptir. Ama pratikte, her yapıda, bu husus göz ardı edilir, kağıt üzerinde kalır.

Bir de Üsküdar örneği var

Birkaç kere sıkı bir yağmurda, Üsküdar’da, yağmur suları caddeyi doldurur, denize kaldırım üzerinden akar, neresi kara, neresi seniz belli olmaz durumlar ortaya çıkmıştı. Bunun nedeni, Üsküdar’ın kara tabanında (hinterland) aşırı betonlaşmadan ötürü, yağmuru emecek toprak kalmaması.

Beyler buna “çâre” düşünmüşler. Daha iki gün önce oradan geçtim, Üsküdar, Paşalimanı ve Astsubay okuluna (birinci köprü ayağına) kadar olan caddeye, biteviye gider (mazgal) döşemişler. Öyle ki, bir tekerleğiniz sürekli mazgal üzerinde yol alıyorsunuz. Ama bu çâre olmuyor. Çünkü, deniz gelen suyu kaldırmıyor, deniz yükseliyor. Mazgal buna çâre değil ki?

Bunu neden yazdım. Tuzla Mercan’dan bir olumlu örnek vermiştim, sanılmasın ki her yer öyledir. “O kadar mazgal yaptık gene bu tabii afeti karşılayamadık” demekten başka bir anlam taşımayan uygulamalar da var. Bunu dikkatinize sunayım dedim.

Aşağıdaki fotoğraf, Google Maps’ten. Belli ki mazgal döşenmeden önceki durum. Yolun kenarına, mazgalın altında yer alacak kanalın parçalarını dizmişler. Bugün orada mazgallar var. Ama çözüm oluşturmuyorlar.


Orhan Bursalı