Türkiye ve bilimsel araştırma kıtlığı

Öne Çıkanlar Teknoyaşam Toplum
Türkiye ve bilimsel araştırma kıtlığı

Türkiye’de birçok değerli bilim insanı olduğunu hepimiz biliyoruz. Hemen her konuda Dünyadaki gelişmeleri izleyebilen ve orijinal katkıda bulunan araştırmacı hocalar var. Toplum olarak zaman zaman bu kişileri tanıma fırsatını da buluyoruz. Peki o halde, neden yüksek düzeyde bilim üretimine gelince zorluklarla karşılaşıyoruz?

QS-endeksine göre Türkiye’nin ilk 400 içine girebilen maalesef hiçbir üniversitesi yoktur. 2017 yılında ilk 500’e girebilen 5 üniversite varken, 2020’de sadece bir tek üniversite ilk 500 içinde yer alabilmiştir. Yani son 4 yılda ne yapıyorsak bir işe yaramadığı gibi, tam tersi sonuçlar doğurmuştur. Üniversitelerimizin eksiklikleri nedir?

Bu yazıda çok kısıtlı bir mercekten bakıp aşağıdaki sorulara cevap arayacağız:


*Kaliteli yayınlardaTürkiye’nin payı neden az?

*Dünya üniversiteleri arasında kaliteli yayın sayısı açısından neredeyiz?

*Üniversite dışındaki devlet ve özel sektör kurumlarının uluslararası kaliteli dergilerde yayınları var mı?

Neler yapılabilir?

Yazımızın başında belirtmekte yarar var: Bu tür yayın değerlendirme çalışmalarını aslında sürekli olarak TÜBİTAK, TUBA, YÖK, Bilim Akademisi ve bir üniversitede kurulacak uzmanlık merkezlerinin ortaklaşa yapmaları daha doğru olur. TUBITAK son yıllarda bu konuda hassasiyet gösteriyor. Uluslararası Bilimsel Yayınları Teşvik (UBYT) programı oldukça detaylı bir şekilde yabancı dergilerde çıkan yayınları izleyip teşvik edici programlar geliştiriyor. Ancak, ortada hepimizin bakabileceği, ve gerçekten dünya bilimine yaptığımız katkıyı ölçebileceğimiz bir mekanizma yok. UBYT programını, daha yakından izledikten sonra, başka bir yazımda değinmek isterim. Ben her türlü teşvik sisteminin yararlı olacağına inanıyorum.

Kaliteli yayınlarda Türkiye’nin payı neden az?

Ekonomisinin büyüklüğü ile ilk 20 devlet arasında giren Türkiye, kaliteli bilimsel yayınlar konusuna gelince Dünyada 39. sırada yer alıyor. Türkiye’nin 1 Ocak-31 Aralık 2019  döneminde yaptığı yayınları ülkeler bazında Şekil 1’de görebilirsiniz. Bu sıralamadan öğrendiğimiz bazı noktalar şöyle özetlenebilir:

Ekonomik büyüklük olarak sıralanan G20 ülkeleri içinde yer alan ülkelerden 16 tanesi, aynı zamanda kaliteli yayınlar listesinde yer alan ilk 20 ülke arasında. G20’ye dahil olup da yayın listesinde ilk 20’de yer alamayan ülkeler Türkiye, Meksika, Endonezya, ve Suudi Arabistan.

Türkiye’nin ilk yirmiye girebilmesi için nüfusu 6 milyona ulaşmayan Danimarka’yı geçmesi lazım. Bunu yapabilmesi için de mevcut kaliteli yayın sayısını 65’ten 387’ye çıkarması gerekli. Aradaki 6 misli olan farkı kapatmak bugünkü sistemle mümkün değil. Üstelik Danimarka’nın şu anda Ar-Ge’ye harcadığı oran Türkiye’nin 3 misli daha fazla. Yani aradaki fark açılıyor, azalmıyor.

ARGE payını ikiye katlamak bile 20 yıl gerekir

100 yıllık Cumhuriyet tarihimizin sonunda buraya geldiğimize göre, problemi sadece bugünkü hükümete yüklemek bizi doğru bir yöne götürmeyecektir. Toplum olarak bilimin yol göstericiliğine olan inancımızı yitirmeyerek, bilim insanlarının serbest çalışmalarına olanak veren, daha modern bir yaklaşım içinde olmalıyız.

2000’li yıllara girildiğinde Türkiye’nin Ar-Ge çalışmalarına ayırdığı bütçe (devlet ve özel sektör birlikte) gayrı safi milli hasılanın (GSMH) %0.46’sı civarındayken, bugün halen %0.96 civarındadır (KDV ve gümrük vergileri bu orana dahil). Yani yıllık artış oranı 20 yılda ortalama %3.5 civarındadır.

Bunun anlamı, bugünkü artış hızıyla ayrılan bütçedeki payı ikiye katlamak en az 20 yıl alacaktır. Eğer 2023 hedefini tutturmak gibi bir amacımız varsa, bunu ancak bütçeden Ar-Ge’ye ayrılan payı her sene %25 artırmamız gerekir. OECD ülkelerinin 2020’de Ar-Ge harcamaları ortalaması GSMH’larının %2.4 ‘ü civarındadır. Mevcut ortalama artış hızı ile Türkiye’nin ilk başta 2013, daha sonra 2018 ve şimdilerde de 2023 hedefi olarak gösterilen OECD ortalamasına ulaşması için 25 sene daha gereklidir. Bu arada OECD ülkelerinin Ar-Ge paylarının aynı kalacağını kabul ediyoruz. Yani Türkiye’nin, 2013 yılı için koyduğu hedefe 2045 yılında dahi ulaşması zor.

Şekil 1: Dünya ülkelerinin kaliteli yayınlar yapma sıralamasında ilk 40 ülke. Türkiye 39. sırada yılda 65 yayınla yer alırken, nüfusu bizden 15 kez daha az olan Danimarka, Türkiye’den 6 misli daha fazla yayın yapmaktadır. Nüfus olarak bize yakın olan Almanya Türkiye’den 70 misli daha fazla kaliteli yayın yapmaktadır.

Kaliteli yayın ne demek?

Burada “kaliteli yayın” ne demek, bunun da anlaşılması yerinde olur. Nature Index’e dahil olan 82 derginin listesine ulaşmak isteyenler için gerekli bağlantı aşağıda verilmiştir (https://www.natureindex.com/faq#journals). Bu dergilerde çıkan bilimsel makaleler, Web Of Science’da çıkan tüm yazıların %5’ine karşılık gelirken, toplam atıfların %30’unu almaktadır. Yani diğer doğa bilimleri yayınlarına göre ortalama 6 kez daha fazla ilgi görmektedirler.

Hemen belirtelim ki bir makalenin bu Nature Index dergisinde yayınlanmış olmasından şöyle bir anlam çıkartmamak gerekir: “Madem burada yayınlanmış, demek ki önemli ve doğru”. Ancak genel bir değerlendirme yapıldığında Dünyadaki en üst düzeyde araştırma yapanların bu dergileri tercih ettiği çok açık. Bu söylediğime kanıt olarak son yıllarda bu dergilerde yayınlanan ve büyük yankı getiren 3 önemli bilimsel buluştan bahsedeceğim:

Higgs bozonunun deneysel gözlemlenmesi

Standart model tarafından tanımlanan evrendeki dört kuvvetten üçünü birleştiren teorinin öngördüğü parçacıklardan birisi de Higgs bozonudur. Bu parçacığın varlığı teorik olarak 1964 yılında öngörülmüş olsa da, gözlemleyebilmek için önce ABD’de Fermi Laboratuvarı'nda bir proton hızlandırıcısı (TEVATRON), daha sonra da CERN’de Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC) inşa edilmiştir.

Bu konu ile ilgili olan ilk deneysel yayın ilk öngörüden 48 yıl sonra, 2012 yılında Physical Review Letters dergisinde yayınlanmıştır. 2015 yılında yayınlanan bir makale ise 5154 ortak yazar ile dünya rekoru kırmıştır. TEVATRON 6.3 km çevresi ile 1970’li yıllarda hizmete girmiş, LHC ise 27 km'lik çevresi ile ATLAS ve CMS deneylerine ev sahipliği yapmaktadır ve 2008’de tamamlanabilmiştir. Higgs bozonunu bulabilmek için tam 48 sene ve milyarlarca dolar harcanmış, on binlerce kişi bu misyonu başarıya ulaştırmak için çaba göstermiştir. Bu iki hızlandırıcıdan çıkan kaliteli makale sayısı ilk on yıl içinde 2725 olmuştur.

Bu süreç içinde Türkiye CERN’e asosiye üye olmuş ve bunun yararını hemen görmüştür. Boğaziçi Üniversitesi’nin en fazla atıf alan ilk makalesi Higgs bozonu ile ilgili olup Boğaziçi Üniversitesi'nin toplam 3.87 olan kaliteli makale sayısının 3.35’i bu konuyla ilgili yayınlardır. CERN üyelik seviyesinin bir an önce tam üyeliğe çıkartılması ve Ankara Üniversitesi bünyesinde sürdürülen TARLA elektron hızlandırıcısı projesinin bir an önce bitirilmesi çok yararlı olacaktır.

Şekil 2: Büyük Hadron Çarpıştırıcısı ATLAS detektörü ve deneyin bir artistik görünüşü

Yerçekimi dalgalarının LIGO ile gözlemlenmesi

Evrendeki kara deliklerin çarpışması gibi olaylardan kaynaklanan ve yeryüzüne ulaşan yerçekimi dalgalarını görebilmek için inşa edilen ve sürekli olarak geliştirilen LIGO (Laser Interferometer Gravitational Wave Observatory) 2016 yılında, kurulmaya başladıktan tam 22 yıl sonra, ilk gözlemini gerçekleştirdi. Bu gözlem, doğal olarak ilk kez Physical Review Letters’da yayınlandı ve tam 4360 defa atıf aldı.

LIGO gözlemevi ABD’de birbirlerine 3.000 km uzaklıktaki iki gözlemevi (Hanford, Washington, ve Livingston, Louisiana) ve İtalya’nın Pisa kentine yakın Virgo detektörlerinden oluşmaktadır. Bu üçlüye 2024 yılında Hindistan ayağı da dahil olacaktır.

Bu interferometrik gözlemevleri yerçekimi dalgaları geldiği sırada, uzayın eğilmesinden doğan mesafe değişmesini büyük bir hassasiyetle ölçmek prensibi üzerine kuruludur.

Ölçme hassasiyeti o kadar iyileştirilmiştir ki, 4 km uzaklıkta bulunan iki ayna arasındaki mesafe bir protonun genişliğinin on binde biri kadar değişecek olsa bile bunu ölçebilecek düzeye gelmiştir. LIGO gözlem evlerinde son 4 yıl içinde 50’den fazla astronomik gözlem yapılmıştır. Bildiğim kadarı ile LIGO’ya dahil olan hiçbir Türk üniversitesi bulunmamaktadır. 

Şekil 3: LIGO Livinsgton, Louisiana, ABD, ve titreşimi çok düşük seviyelere indirilmiş aynalardan birisi

COVID-19 virüsünün atomik yapısı 

COVID-19’un yarattığı kaos tüm dünyayı etkiledi. Herkesin üzerinde birleştiği bir nokta, aşı ve tedavi bulunmadan hayatın normale dönmeyeceği idi. Aşı ve tedavi çalışmalarının tüm aşamalarına burada yer vermek imkansız. Ancak, bu çalışmaların başarılı olabilmesi için bazı temel bilgilerin elimizde olması gerekli.

Virüsün genetik sıralaması Şubat 2020’de Nature dergisinde yayınlandıktan sonra atomik yapısını çözmek için bir yarış başladı. Bunun için elimizdeki olanaklar “soğutmalı-elektron-mikroskobu (Cryo-EM), sinkrotron x-ışınları kırınımı (XRD), ve sinkrotron x-ışını küçük açı saçılması (SAXS) yöntemleridir. Bunlara ek olarak, CHARMM-gibi makromolekül yapısını simülasyon yolu ile elde eden ve COVID-19 virüsü ile üzerine yapıştığı hücre duvarının o andaki yapısını hesaplayabilen bir süper bilgisayar, bu konuda tecrübeli araştırmacılar grubu ve yazılıma öncülük edecek bilişimcilerin birlikte çalışmaları gerekecektir.

Ortaya çıkışından şu ana kadar geçen 6 ay içinde Protein Veri Bankasına teslim edilen COVID-19 ile ilgili atomik yapı çalışmaları 289 tane olmuştur. Buraya Türkiye’den bir katkı beklememek gerekir, çünkü, bildiğim kadarı ile Türkiye’de şu anda protein yapısı çözmek için aktif olan bir tek merkez bulunmamaktadır.

Hiçbiri ülkemizden çıkamazdı

Yukarıda verdiğimiz üç örneğin ortak bir yanı var: Bu gruptaki binlerce bilimsel yayından hiç birisi Türkiye’den çıkamazdı. Çünkü ne elektron, ne proton hızlandırıcımız var, ne LIGO interferometremiz var, ne de x-ışını üreten bir elektron hızlandırıcımız var. Protein yapılarını çözecek bir Soğutmalı Elektron Mikroskop bile var mıdır, bilmiyorum.

Okuyucunun merakını gidermek için bu türden tesislerin 4. veya 5. kuşak makineler olduğunu belirtmek gerek. Bu tesisler 1930’lu yıllardan beri geliştirilmektedir. Maliyetlerinin milyarlarca dolar ile ifade edilmesinin ötesinde, on binlerce mühendis, bilim insanı, üst düzey teknisyen, bilgisayarcı, ve bürokratın kesintisiz olarak çalışmalarının sonunda ortaya çıkmış olduklarını unutmamak gerekli.

Böyle olunca da, oyuna seyirci kalmaktan başka bir şey elimizden gelmiyor. Oynamak isteyenler ise tasını tarağını toplayıp yurt dışına gidiyor.

İşin ilginç yanı, Türkiye, Ürdün’de kurulan SESAME tesisinde böylesine bir düzeneği kurabilecek ve buna öncülük edebilecek durumdadır. SESAME şu anda bu konuda yatırım ve öncülük yapacak bir ülke aramaktadır. Bu konu, Türkiye’nin üyelik sürecini başarı ile götüren TAEK yetkililerine sunulmuştur. Bir an önce bir çalıştay düzenleyerek ve kaynak aktararak birkaç yıl içinde uluslararası planda protein yapılarının çözülmesi konularında oyuncu olabilmek mümkündür.

Şekil 4: COVID-19 virüsünün atomik düzeyde çözümlenmiş yapısı, bu tür çalışmaların yapıldığı Soğutmalı Elektron Mikroskopu, ve Advanced Photon Source, Argonne Ulusal Laboratuvarı, Argonne, Illinois, ABD. Yine CoVid-19 çalışmalarında öne çıkan ve İngiltere’nin Oxford şehrinde bulunan DIAMOND x-ışını sinkrotron kaynağı.

Dünya üniversiteleri arasında yayın açısından neredeyiz?

Şu anda dünyada her ülke kendi bilimsel üretkenliğini ölçmek için değişik yöntemler kullanıyor. Evrensel diyebileceğimiz bir ölçer yok gibi. Böyle bir ölçer (metrik) olmadığı için ben en kaliteli diyebileceğimiz yayınları göz önüne alan Nature Index’i kullanmayı tercih ettim.

Burada kalite ile kastedilen 'dergi etki faktörünün' yüksek olduğu dergilerde çıkan bilimsel makalelerden söz ediyoruz. Bu yöntemin eksik yanları tartışılabilir, ancak yerine daha iyi bir yöntem konmadıkça elimizdeki güvenilir yöntemi kullanmak durumundayız.

Dergi etki faktörünün en yüksek olduğu 82 bilimsel dergi, yılda yaklaşık 60,000 civarında makale basıyorlar. Bu yayınlar içinde Nature ve Science dergileri, etki faktörü 43 ve 41 puanla en yukarıda yer alan iki dergi. 1869’dan beri Ingiltere’de yayınlanan Nature dergisini ayda 3 milyon kişi okumaktadır. Nature Index, 2015 yılından beri her an güncellenen bir sisteme dönüşmüş olup, son 12 ayın verilerine bakmak mümkündür.

Diğer bir endeks: Kullanacağımız bir başka endeks ise Ingiltere tabanlı “QS-index: Quacquarelli Symonds“ endeksi. Daha önceleri Times Higher Education (THE) olarak bilinen bu endeksten

Son 5 yılda Türkiye üniversitelerinin gelişimini izleyebiliriz. QS endeksi 6 değişik kriteri bir araya getirerek sonuca ulaşıyor: Akademik araştırma (%40), Fakülte elemanı/ögrenci oranı (%20), öğretim elemanı başına yayınlara yapılan atıf sayısı (%20), kurumsal itibar (%10), uluslararası öğrenci sayısı (%5), ve uluslararası öğretim elemanı sayısı (%5).

İlk 400’de üniversitemiz yok: QS-endeksine göre Türkiye’nin ilk 400 içine girebilen maalesef hiçbir üniversitesi yoktur. 2017 yılında ilk 500’e girebilen 5 üniversite varken, 2020’de sadece bir tek üniversite ilk 500 içinde yer alabilmiştir. Yani son 4 yılda ne yapıyorsak bir işe yaramadığı gibi, tam tersi sonuçlar doğurmuştur. Bunu şekil 5’te görebiliriz.

Bu demek değildir ki Türkiye bu durumu düzeltmek için çaba göstermiyor. TÜBİTAK tarafından başlatılan ve kaliteli genç akademik personeli Türkiye’ye çekmeyi amaçlayan 2232 programı çerçevesinde 2019 yılı içersinde 127 genç bilim insanı geriye dönmüştür. Bu program aynı kararlılıkla devam edebilecek mi? Doların TL karşısındaki değeri arttıkça program cazibesini koruyabilecek mi? Gelenlerin memnuniyet ve kalıcılık kararlılığı nedir? 2232 benzeri programlar daha geniş bilimsel alanları kapsayıcı bir şekilde büyütülebilir mi? Bütün bunlar henüz cevapsız sorular.

Üniversitelerin eksikliği ne?

Gelelim üniversitelerin durumuna. Türkiye’de ilk 10 üniversite son yıllarda hemen hemen değişmiyor: Bilkent, Koç, ODTÜ, İTÜ, Sabancı, Boğaziçi, Ankara, Hacettepe, Istanbul ve İYT. Bizi düşündüren ise bu üniversitelerin dünya sıralamasındaki yerleri. Kaliteli yayınları kıstas alarak baktığımızda en iyi durumda olan Bilkent’in dünya sıralamasında son 5 yıl içinde 411’den 551. sıraya gerilediğini görüyoruz. Özelikle UNAM ve Nanoteknoloji araştırma merkezleri ile önemli bir atılım yapan bu kurum bile, dünya ile yarışta öne doğru bir atılım yapamamıştır.

Bu araştırma enstitülerinin örnek kurumlar olduğunu ve çok da iyi çalıştıklarını, çok yetenekli bilim insanlarına ev sahipliği yaptıklarını yakınen biliyoruz. Yayın sayılarında önemli artışlar kaydettikleri de doğru bir gözlem olacaktır.

Ancak, bu gelişmeleri dünyanın diğer ülkeleri ile kıyasladığımızda bir tek üniversitenin kendi başına baş edemeyeceği bazı eksiklikler olduğunu anlıyoruz. Peki nedir bu eksiklik? Bu güzide üniversitenin, tüm değerli ve çalışkan hocalarına, İngilizce bilen kuvvetli öğrencilerine ve tüm yeni araştırma laboratuvarlarına rağmen tek başına yapamadığı ilerlemenin temel nedenleri nelerdir? Bu konuya birkaç ilginç gözlemden sonra değineceğim, ancak yazımın başında verdiğim 3 örneği hatırlayalım.

2017 yılında Türkiye’den 5 üniversite (Bilkent-Koç-ODTÜ-Sabancı-Boğaziçi) ilk 500 listesine girerken, 2020’ye geldiğimizde sadece Koç Üniversitesi'nin listede kaldığını görüyoruz. Yani son 4-5 yılda ileri değil, geriye gitmişiz.

Türkiye’nin TÜBİTAK aracılığı ile açıkladığı hedeflerden birisi de ilk 100 veya 200 üniversite içine birden fazla üniversiteyi yerleştirmektir. Bunun gerçekleşmesi için araştırma yayınlarını kıstas alırsak, Bilkent’in 13 yayından 117 yayına çıkması gereklidir. Aradaki mesafe ilk yüz üniversite ile 9 kat, ilk ikiyüz üniversite ile 5 kat olunca bunun imkansıza yakın olduğunu ve önümüzdeki görülebilir dönemde de böyle kalacağını düşünebiliriz.

Şekil 5. QS endeksine göre Türkiye’deki ilk sekiz üniversitenin son yıllardaki yerleri. Hepsi birden geriye gitmişler. Bu bilimsel yatırımlar ve bilim yönetimi açısından farklı bir şeyler yapmamız gerektiğini gösteriyor.

    

Şekil 6. Türkiye ve dünyada bilimsel yayın açısından en başarılı üniversiteler. Dünyadaki ilk on üniversite ile Türkiye’deki ilk on üniversite arasındaki fark yaklaşık 75 misli. Bu mesafeyi önümüzdeki 10 sene içinde kapatmak imkansız olmakla beraber, azaltılması için çok çaba göstermek ve değişik mekanizmaları harekete geçirmek gereklidir.

Üniversite dışındaki devlet ve özel sektör kurumlarının uluslararası kaliteli dergilerde yayınları var mı?

Türkiye’nin üzerinde çok konuşulmayan, ancak ilginç ve önemli bir eksiği de devlet ve özel sektör araştırma kurumlarının üst düzeyde yayın yapmamaları. Türkiye’den son beş yılda Nature Index dergilerinde özel araştırma şirketleri tarafından yayınlanmış hiç bir yayını yok. Buna karşılık İsviçre’nin sadece ilk iki firması, LaRouche ve Novartis, tüm Türkiye’deki üniversitelerin toplamından daha fazla yayın üretebilmiştir. Index’de Türkiye başlığı altında baktığınızda hiçbir kurum yer almamıştır.

Bu gözlem şaşırtıcı olmamakla beraber, önemli bir noktaya parmak basıyor. Türkiye’nin kalkınma planları incelenirse, görülecektir ki, Ar-Ge’ye ayrılan payın yarısından fazlasının özel sektörden geleceği varsayılmaktadır. Bunun gerçekçi olmadığını, özel sektör şirketleri içinde uluslararası düzeyde yayın yapan bir kaç şirketin bile bulunmaması ile anlıyoruz. O nedenle, ne yazık ki Türkiye kendisine koyduğu hedeflere ulaşacak alt yapıdan bu açıdan da yoksundur.

Şekil 7. (sağda) Üniversiteler dışında bilimsel yayın yapan özel şirketler. Kendi araştırma merkezlerini kuran bazı önemli şirketler, üst düzey araştırmacıları çekebilmek için onların bilimsel yayın yapmalarına olanak sağlıyorlar.

Neler yapılabilir?

Ne yapılması gerekli sorusuna cevap bulabilmek için öncelikle ciddi bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu kabullenmemiz gereklidir. Cumhuriyet tarihimiz boyunca çözülemeyen bir sorunun çözümü sadece politik olamaz. Toplum olarak, yeri gelince bilime saygı duyduğumuzu söylemekle yetinmeyip, bunun gereklerini yerine getirmek gerekir. Yeni yetişen kuşaklara, başarılı geçirecekleri ilk ve orta öğretim olanaklarının sağlanması, üniversitelerin idari ve mali özerk bir yapıya kavuşturulmaları, Ar-Ge harcamalarının her sene katlanarak OECD düzeyine bir an önce ulaştırılması ve günlük yaşantıda bilimsel temele dayanmayan politikaların terk edilmesi gereklidir.

Pratik olarak, araştırma alt yapılarının kurulması, geliştirilmesi ve iyileştirilmesi için Türkiye bazı adımlar atmıştır. 2015’te çıkan 6550 sayılı Araştırma Alt Yapıları kanunu ile, ve bu sürecin hayata geçirilmesi için belirlenen 10-12 merkez kurulmuştur. Ancak bu merkezlerin bir an önce daha serbest ve esnek bir yönetim yapısına kavuşturulması ve üniversite veya bakanlık yöneticilerinin rollerinin azaltılması ve bütçelerinin mali yıl başında tam olarak verilmesi gereklidir. Türkiye’nin uluslarası düzeyde özgün araştırma alt yapıları için gerekli yatırım planını belirlemesi ve hayata geçirmesi gereklidir.

Her yıl TÜBİTAK tarafından düzenlenen Yurt Dışı Bilim İnsanları Kurultayı'nın sonuçlarını iş planına çevirecek ve bunu bir takvime bağlayacak bir sekreteryanın kurulması yararlı olacaktır. Bunun için önümüzde Avrupa Birliği'nin uyguladığı şablona bakmak ve bu temel yatırımlar arasından bizim için öncelikli olanları hayata geçirmek ve en önemlisi de Avrupa’daki merkezlere bir an önce yatırımcı üye olmak gereklidir.

Dr. Esen Ercan Alp / Argonne Distinguished Fellow, Argonne National Laboratory

ve SESAME Uluslararası Bilimsel Danışma Komitesi Başkanı / [email protected]