Yılmaz Zenger'in 29 Haziran 2018 tarihli 118. sayımızda yayınlanan yazısını sizlerle paylaşıyoruz:
Sürdürülebilirlik bir savaştır, ancak devletin çabalarının toplum desteğiyle çevre duyarlılığının ileri düzeylere taşınabildiği ortamlarda kazanılabilir. Oysa, devlet desteği yerine devlet kösteği olan bu ülkede, sürdürülebilirlik savaşına, fazla bir şans tanımak zor görünüyor.
60'larda ve 70'lerde, ABD'nin batısında kuraklığa karşı yağmur yağdırma hikâyeleri konuşulmaya başlanmıştı. O yıllarda Fütürist derneğine üyeydim, bu konularda bilgi edinmem kolay oldu. Zamanla bulut tohumlama yöntemleri gelişmiş ve bu işi yapanlar örgütlenip hava modifikasyon derneğini kurduklarında karşı çıkanlar da çoğalmıştı. Bu arada yaşananların adı da, küresel ısınma olarak konulmaya başlanmıştı.
Bilim insanları ısınmayı tersine çevirecek uçuk projeler önermişlerse de hiçbiri inandırıcı bulunmamıştı. Hatta doğaya bu müdahalelere tepkiler öylesine güçlenmişti ki yağmur yağdırmakla başlayan bu eylemler 2005’te bir kanunla yasallaştırılmak istendiğinde Amerikan Senatosu reddetmişti. Yaşam biçimimizdeki sorumsuzluğumuzla bozduğumuzu, bu tür müdahalelerde bulunmadan, yaşam biçimimizi değiştirerek düzeltmemiz gerektiğini yeterince anlatamadık.
Sürdürülebilirlik oyun kurallarını değiştirerek değil, toplum olarak kendimizi değiştirerek gerçekleşebilmeliydi.
Sürdürebilirlik bir savaştır
Yeni yüzyıl kendi kendine yeterliliği, sürdürülebilirliğin ön şartı olarak dayatıyor. Yeni bin yılla gündemin ön sıralarına oturmuş olmasına karşın, sürdürülebilirliğin yaşamımda yer alışı, eğitimin ve üretimin sürdürülebilirliği bağlamında Köy Enstitüleri'yle başladı. Türkiye’nin 50'lerde başlayan politik dönüşümü, sürdürülebilirlik umutlarımın da dönüşümüdür. Önce demiryollarının dönüşümünü birebir yaşadım. Gerisi ağırlıklı olarak barajları da içeren su, toprak, tarım politikalarıyla bugünkü duruma kadar geldi. Bugün durduğumuz yerde, ekoloji, sıfır karbon gibi lafların altı artık, doğrulanmış bilgilerle doldurulması gerekirken, giderek ticari saptırmaların ardında silikleşiyor.
Sürdürülebilirlik bir savaştır, ancak devletin çabalarının toplum desteğiyle çevre duyarlılığının ileri düzeylere taşınabildiği ortamlarda kazanılabilir. Oysa, devlet desteği yerine devlet kösteği olan bu ülkede, sürdürülebilirlik savaşına, fazla bir şans tanımak zor görünüyor.
Su savaşları ve HES’ler
Geçmişin petrol savaşlarının yerini, gelecekte su savaşlarının alacağı hemen hemen kesinleşti. Devlet, yaşamsal önemdeki suyu her birey için ulaşılabilir kılmak yerine, hem döngüsünün tahrip edilmesinin, hem de elde kalabilecek kısmının tekellerin elinde toplanarak geleceğin en pahalı ihtiyaç maddesi olarak pazarlanmasının önünü açtıkça, ‘toprak işleyenin su kullananın’ mottosu tümüyle gündemden düşebilir.
Bu konularda kulak vermemiz gereken pek çok bilim insanı var. Tüm vadileri ve akarsuları doğayı katletme pahasına işgal edecek olan HES projeleriyle yapılmak istenen korkarım, sularımızın kullanım hakkının bölge halkının elinden alınıp, ciddi bir kazanç kapısı olarak uluslararası şirketlere kadar uzanacak bir yapıya aktarılmasıdır.
Suyu elde etmenin küresel ısınmayla giderek zorlaşmasına karşın, enerjinin daha kolay elde edilebileceği tartışılmaz bir gerçektir. Ayrıca unutmamak gerekir ki su, ekonomik değeri yüksek olmasına karşın, herkesin yaşamını sürdürebilmek için ulaşma hakkı olan ekolojik sistemin bir parçasıdır ve yaşamsal değeri en önde geldiği içindir ki enerji uğruna feda edilmesi düşünülemez.
Kısaca enerjinin geleceği, suyun geleceğinden daha çok önemseniyor. Oysa yaşamın sürdürülebilmesi suya bağlı. Ayrıca alternatif yenilenebilen enerji kaynakları, örneğin güneş enerjisi hızla gelişiyor ve suyu feda etmeden bu enerji seçeneklerini hızla devreye sokmalıyız.
Evinizin çatısında metrekareye yüzlerce kilo yükleyen su deposu koysanız bile çatı taşır mı diye sormayan devlet kurumları, sıra, metrekareye sadece 10-15 kilo yük getiren güneş panellerine gelince, binanın statik projeleri, rüzgâra dayanıklılık raporları istemek gibi ciddi maliyet ve zaman kaybı yaratan ön şartlar koşuyorlar.
Oysa hareketli insan yükü bile metrekarede sanırım 80 kilo civarında. Almanya’da bu süreç, yıllar önce iki konuda güvence verecek dilekçelerle, anında tamamlanabiliyordu. Görüntü kirliliği oluşturmamak ve sisteme vereceği enerjinin temizliğini sağlamak. Ayrıca devletin vereceği destek de cabasıydı.
Güneş panelinde 1kw enerjinin maliyeti 10 cent’in altına doğru iniyor. Inverter, kablolama, taşıyıcı sistem, güvenlik gibi ek maliyetler ise, giderek azalıyor. Güneş dışında, toprakaltı enerji gibi pek çok yenilenebilir kaynak var, ama, içlerinde çok özel olanı, hidrojen idi yıllar önce.
Hidrojen enerjisinde üretim ve depolama sıkıntılarının aşılmasıyla, kullanımının yaygınlaşma şansı yükselecek ve girdisi ve çıktısı su olan temiz bir enerji kaynağı kazanılacak. Ayrıca Kaliforniya Üniversitesi'nde deniz yosunlarından hidrojen elde edilebildiği duyuruldu. Benzer başka yöntemler de konuşuluyor.
Tarımda suyu azaltmak
Biliyoruz ki dünyada suyun yüzde yetmişe yakını tarımda kullanılıyor. Korkulan o ki, susuzluk, tarımı bitirecek beslenmemizi zora sokacak. Bu nedenle tarımda 2 açılım gerekiyor, biri kentte tüketicinin kendi gereksinmesini, tabii yerli tohum ve kompost yöntemiyle gübresini sağlayıp kısmen de olsa karşılaması ve gri su kullanarak su gereksinmesini %90-95’e kadar düşürmek. Diğeri topraksız tarımla çok ufak alanlarda yüksek miktarda üretim yapabilmek ve aynı yüzdede su tasarrufu sağlamak.
Kısa süreli aşırı yağışlar küresel iklim değişiminin yan ürünü. Gezegenimizin yüzeyinden yansıması gereken ısının bir kısmı sera gazlarının etkisi ile yüzeye geri yansıyıp hapsolduğunda, atmosfer ısısını artırıyor ve sıra dışı hava olayları tetikleniyor.
Buna da iklim değişimi diyoruz. Örneğin bir bölge kuraklığı yaşarken, yakınındaki bir bölge şiddetli yağışlar alabiliyor. Hava ısındıkça, daha fazla nem tutacak hale geliyor ve tarım alanlarının üzerinden geçerken bu fazla nemi emmesi kuraklığı yaratıyor. Atmosferde biriken bu aşırı nem, bir soğuk hava akımıyla karşılaştığında aşırı yağmur ve sele sebep olacak yükünü aniden boşaltıyor.
Aşırı yoğun kentleşme sürecinde kırsal alanlarla kent arasında önemli ısı farkları oluşuyor. Gelişmiş ülkelerde dikkate alınması zorunlu olan, rüzgar akışını engellemeyecek yapı blok biçimlendirme kurallarına uyulmaması, kontrolsüz oluşmuş kent dokusu sonucu yoğuşan ve kent nüfusuna bağlı olarak ısı, şehir ısı adaları oluşturuyor. Kirlilik partiküllerinin, bulut yoğunluğunu ve yağmur damlalarının büyüklüğünü arttırması gibi etkenler, fırtınaları ve aşırı yoğun yağmurları tetikliyor.
Yağmur suyunun önemli bir bölümünün toprak tarafından emilmesi, kalanının da toprak yüzeyinden akarak dere yataklarına, oradan da denize ulaşıp, deniz yüzeyinden tekrar buharlaşmasıyla döngünün tamamlanması gerekirken, kent yüzeylerinin hızla betonlaşarak geçirimsiz kılınması, emilemeyen su kitlelerini, üstü örtülüp yapılanmaya açılmış dere yataklarına yığarak, oraları felaket alanlarına çeviriyor.
Herkes elinden geleni yapmalı
Devletin de, bireyin de yapması gerekenlerin gerektiğince yapılmadığı bu düzende, ilgili meslek kişileri, özellikle tasarımcılar, mimarlar olarak bizler, yapabileceklerimizi en azından sorgulamakla yükümlüyüz.
BASF firması kent kaplaması olarak kullanılabilecek su geçirgen güçlü bir malzemeyi Hollanda için üretti.
Benzer işlevli bir malzemeyi, ülkemiz şartlarında tasarlayıp üretip uygulamanın olanaksız olmadığını söyleyebilir miyiz?
Yağmur suyunu düştüğü yerde bloke edip gri su olarak doğrudan ya da damıtarak arıtıp kullanıma açmak için çatılar, teraslar, bahçeler gereksinmelerimizi karşılar mı?
Kısaca tasarımcılardan uygulamacılara bilim insanlarından teknisyenlere, bu alanın yetkin kişilerinin bu yeni teknolojik yapılanmada öncelikle sorumluluk almaları gerekmez mi?
Solar sulama ve damlama sulama sistemi gibi pet şişelerin damacanaların atıklarıyla üretimi gibi ilkel fakat etkili çözümler bile, toplumsal duyarlılık ve yaratıcılık örnekleri olarak değerli değil mi?
İmar yönetmelikleriyle yapılara en azından ek bir bodrum katını sarnıç olarak kullanılmak üzere ekleyip, bahçe ve sokak yüzey sularının depolanması sağlanamaz mı?
Susuz pisuar ve benzeri ürünleri zorunlu kılıp hidrofobik (su itici) ve oleofobik (yağ itici) nano teknolojilerle de su kullanan cihazların, yoğun su kullanan endüstrilerin, su tüketimini azaltacak alternatifleri geliştirilemez mi?
En önemlisi tarımın yüksek teknoloji kullanan tesislere doğru gelişmesi yanı sıra ev ölçeğinde üretime kadar inmesi yolunda önemli bir enstrüman olan ve ilerde hemen her evde yer alması beklenen, organik çöpleri bir tarım girdisi olan gübreye çeviren yukarda da sözünü ettiğimiz kompost yönteminde bokaşi kovası gibi önemli açılımlarla, evlere kadar yayılabilecek uygulamalar çeşitlendirilip yaygınlaştıralamaz mı? Tarımı, pencere önünde çiçek yetiştirircesine üretimden başlayarak, terasa, bahçeye, küçük aile işletmelerine yaymanın, eğitim ve profesyonel destekle geliştirilecek enstrümanlarla, bugünün keyfi ya da hobisi olan etkinliklerin, toplumu, geleceğin zorunluluklarına hazırlaması sağlanamaz mı?
Bunlar benim tasarımcı birikimimle hayal edebildiklerim. Sürdürülebilirlik başlığından çok kendi kendine yeterlilik başlığının altını daha somut olarak dolduracak etkinlikler. Öte yandan mimarinin bu doğrultudaki değişiminin ilgi çekici örnekleri de ciddi sayıda yayınlarda da yer almaya başladı. Ne var ki toplumların çok ufak bir üst katmanının bu çabalarına karşın, geride kalan baskın çoğunluğun umursamazlığı süre gidiyor.
Yılmaz Zenger