Prof. Naci Görür, bir TV kanalına verdiği demeçte, Marmara’da beklenen deprem için, “Artık deprem ne zaman olacak diye sormaya gerek yok” demiş1. Eklemiş: “Ne yönetimde ne halkta deprem kültürü yok”.
Mezarında rahat uyusun, Prof. Ahmet Mete Işıkara bu kültürü oluşturmak için çok uğraşmıştı, bilimi, halka indirmeye, anlatmaya çocuklardan başlamıştı. Çok doğru bir yaklaşımdı. Çocuklar ona “deprem dede” sıfatını uygun görmüşlerdi. O çocuklar günümüzde işe yeni başlayan (ya da iş arayan) gençler. 5-10 sene sonra, “karar verici” görevlere geldikleri zaman, yönetimde deprem kültürü oluşup oluşmayacağına bakabiliriz.
Deprem kültürü
Kişilerde deprem kültürü oluşturma, gene çocuk yaşta iken ediniliyor. Daha doğrusu, çocuklar bu konuda eğitiliyor. Kişisel olarak bana deprem bilincimi, babaannem vermiştir. 8-10 yaşlarındayken, birkaç yaz, tatili Sakarya Akyazı’daki çiftliğinde geçirmiştim. Orada yayık çalkalayarak yağ yapmak, inekleri suya götürmek, harman yerinde öküzlerin çektiği düven üzerinde ağırlık niyetine oturmak, harman savruluşunu seyretmek, şeker pancarı söküldüğünde saplarını kesmek gibi insana çok şey öğreten, aslında basit teknoloji işlerle karşılaştım.
Örneğin, yayıkta yağ yapmak, uygun tempoda ileri geri çalkalandığı zaman bir sıvının içinde dağıtık şekilde askıda duran parçacıkların, bir diğerine tutunup “yumaklaşması” üzerine kurulu.
Seneler sonra, aynı tekniği pis su arıtmada, su içerisine dağılmış pisliğin yumaklaşma yöntemiyle birleştirilip bir sıyıraçla toplanmasında gördüğümde bana hiç de yabancı gelmemişti.
Gene, harman savrulurken, daha hafif olan samanın, ufak esinti nedeniyle öteye, daha ağır olan buğday tanelerinin ise savrulduğu yerin dibine düştüğünü görmüştüm. Bu tekniğin, sanayide bir kısım ayırma işlerinde kullanıldığını da mühendis gözüyle daha ileri yaşlarda gözlemledim.
Öğrendiklerim
Akyazı deprem kuşağının üzerinde. Her an deprem olabilir. Babaannem, senelerdir orada yaşadığından sıkı bir deprem kültürü edinmişti. Her gece beni ve kardeşimi yatırırken iki şeyi kontrol ederdi. Biri, üst kattan aşağı inen merdivenin tam karşısındaki bahçeye çıkan kapının duvar tarafında ayakkabılarımız, yan yana burunları dışarı bakar şekilde konmuş, ceketimiz de tam üzerine asılmış mı? Böylece bir depremde telaş içinde dışarı çıkmaya koşarken “yalın ayak başı kabak” dışarı uğramayıp, gerekli koruma önlemleri ile dışarı çıkmamızı sağlamaya çalışırdı.
Diğer kontrol ettiği, yataklarımızın baş tarafı ile duvar arasında bir karış bir boşluk olmasına dikkat etmesi: böylece ahşap kafes üzerine basit sıva ile oluşturulmuş duvarın, depremde yerinden koparak düştüğünde, başımıza değil, aradaki boşluktan yere düşmesini sağlamaya çalışırdı.
Bir de bilinçaltıma kazınmış farkında olmadığım öğrettikleri var. Bunları 1999 depremi olduğunda fark ettim. Örneğin, ben kapı arkalarına uzun sopalı süpürge gibi nesnelerin konulmasından “hoşlanmam”. Bunları oradan alıp daha uygun yerlere taşırdım senelerce. 1999 depreminde, bir uzun süpürge sopası kapının arkasında devrilip, bir yerlere sıkışıp, kapıyı açılmaz kıldığında, artık eşimde de bu kültür yerleşti.
Öğrenmeyi öğrenmek
Okullar, aslında “öğrenmeyi öğreneceğimiz yerler”. Ama biz, bunları farklı şekilde kullanıp “öğreneceklerimizi öğreneceğimiz yerler”, kısaca bilgi kaynağı olarak kullanıyoruz. Bilgi kaynağı “sayısal devrim”den önce kütüphanelerdi, kitaplardı. Günümüzde bunlar internet üzerine taşındığından, artık kaynaklarımız internette. Bize de kalıyor, gerekli bilgileri buradan bulup çıkartıp değerlendirip özümsemek. Kısaca öğrenme kültürü.
Okullarda öğretilmesi gereken, kanımca bundan ibaret. Salgın sırasında ailelerin eve kapanması, ev halkından herkesin, okul çağındakilere bu öğrenme kültürünü aşılaması için güzel bir fırsattı. Bunu ne kadar yapabildik zaman gösterecek. Tıpkı “deprem dede”nin vermeye çalıştığı deprem kültürünü ne kadar verebildiği gibi.
Ali Akurgal